Bugün daha çok Alevîlik diye anılan yapı temelde, 10. yüzyıldan itibaren İslam’a girmeye başlayan göçebe Türkmen oymaklarının, bu yeni dinle, önceki bazı inanç ve geleneklerini bir şekilde bağdaştırdıkları anlayışın adıdır. Bu anlayış Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan Balkanlar’a kadar uzanarak, bu arada Kürtçe konuşan aşiretlerle de belli oranda gelişerek geniş bir coğrafi saha ile on asırlık bir zaman dilimini içine almıştır. Söz konusu yapı çeşitli mekan ve zaman dilimlerinde birçok farklı isimle adlandırılmıştır. Söz gelimi, içinde geliştiği ilk mistik yapı olması dolayısıyla ilk dönemlerde Yesevîlik, 13. yüzyılda Baba İlyas’ın önderliği dolayısıyla Babaîlik, Hacı Bektaş Veli’yle irtibatı dolayısıyla 15. yüzyılın ardından belli bölgelerde Bektaşîlik, Safevî tarikatı sonrasında 15. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bazı ocaklar açısından Kızılbaşlık, bazı bölgelerdeki mensuplarının meşguliyetlerine bağlı olarak Tahtacılar bu adlandırmalardan bazılarıdır. Günümüzde ise bazen sadece Alevîlik ve Bektaşîlik bazan araya tire konularak Alevîlik-Bektaşîlik bazen de tek kelime ile Alevîlik biçiminde anılmaktadır.
Geniş bir coğrafi mekanda, farklı hükümranlıklar halinde varlığını sürdüren Türkler 10. yüzyıldan itibaren kitleler halinde Müslüman olmaya başlamışlardır. İlk olarak 922 yılında İdil Bulgar Hanlığı (770-1237), ardından Karahanlılar (840-1212), daha sonra Gazneliler (963-1186) İslamiyet’i benimsemişlerdir. Oğuz Yabgu devletinde bir komutan olan Selçuk Bey 985 yılında kalabalıklarla birlikte İslâm dinini seçmiş, davet ettiği din adamları vasıtasıyla bu dinin Oğuzlar arasında hızla yayılmasına öncülük etmiştir. 11. yüzyılda Oğuzlar’ın büyük çoğunluğu Müslümanlığa geçmiş, kelimenin iştikakı ile ilgili bazı farklı değerlendirmeler bulunmakla birlikte, Müslüman olan Türkler’e Türkmen adı verilmiştir. Gök Tanrı inancı ve Şamanlık yahut Kamlık’tan başka, bölgede az çok izleri bulunan Manilik’ten Zerdüştîliğe kadar muhtelif dinlerin etkisinde kalan Türkler, İslamlaştıktan sonra bu yeni dini önceki inanç ve gelenekleri ile bir çeşit bağdaştırmaya tabi tutmuşlardır. Özellikle göçebe ve yarı göçebe hayat yaşayan oymaklar yazın yaylalarda, kışın kışlaklarda geçen özel ve o oranda zor şartların gereği olarak İslam dini ile ilgili olarak hem bilgi ve inançlar hem de uygulama alanında sınırlı bir tutum içinde bulunmuşlar, yerleşik hayat yaşayanlara göre bu alanda derinleşecek imkan ve fırsatlardan uzak kalmışlardır. Sözü edilen kesimler İslam’ı kendi kolektif bilinçlerine ve içinde bulundukları sosyolojik şartlara göre yorumlayan mistik yapılar kurmuşlar yahut bu yapılar içinde yer alarak dini hayatlarını devam ettirmişlerdir.
Yesevilik: İlk dönemdeki tasavvufi yapıların başında Ahmed Yesevî’ye nispetle anılan Yesevîlik gelir. Ahmed Yesevî bugün Özbekistan (Taşkent) sınırları içindeki Ispicab’da doğmuş ve 1166 yılında Sid-i Derya havzasındaki Yesi (bugünkü Kazakistan’daki Türkistan) şehrinde vefat etmiştir. Yetişmesinde Nakşibendî geleneğinde önemli yeri olan Hâce Yusuf-ı Hemedânî ile Arslan Baba’nın büyük rolü olmuştur.
Vefailik: Diğer bir tasavufi yapı Vefâîlik’tir. Kurucusu Ebû’l-Vefâ’nın asıl adı Muhammed b. Muhammed Arîz olup 1026 yılında Irak’ın Kûsan bölgesinde doğmuştur. Tahsilinin önemli bir kısmını Bağdat’ta yaptıktan sonra Buhara’ya gitmiş, ardından tekrar Bağdat’a dönerek Ebu Muhammed eşŞünbükî’ye intisap etmiştir. Şeyhi kendisine karşı gösterdiği vefadan dolayı ona Ebû’l-Vefâ künyesini vermiştir.
Kalenderilik: Yesevîlik ve Vefâîlik’le paralel olarak aşırı zühd ve takva temeline dayalı klasik tasavvuf telakkilerine bir tepki niteliğinde İran ve Orta Asya’da ortaya çıkan Kalenderîlik, müstakilbir mistik yapı olmaktan çok kalender bir hayat tarzını benimseyen çeşitli tasavvufî çevrelerin ortak bir adıdır. Burada Melâmetî tasavvuf mektebinin büyük rolü olmuştur.
Haydarilik:Bu çerçevede zikredilmesi gereken son tasavvufi yapı Haydarîlik’tir. Kutbüddin Haydar (ö. 1221 ?) tarafından kurulan bu yapıya bağlanan müritler genellikle kalendermeşrep kişilerdir. Haydarîlik Anadolu’da 15. Yüzyıldan sonra Şemsîler, Câmîler, Edhemîler ve Rum Abdalları gibi kendilerine benzeyen diğer tasavvufi zümrelerle birlikte sosyal hayattan silinmiş, bazı anlayış ve gelenekleri Bektaşîlik içinde devam etmiştir.
1240 yılında Selçuklu hükümdarı II. Gıyâseddin Keyhusrev devrindeki bu isyan kısaca şöyle gelişmiştir: Amasya yakınındaki dergâhında etrafına, daha çok eski Türk inançlarının İslâmiyet’le yorumlanmış şeklini tasavvufî bir hüviyetle öğreten Baba İlyâs-ı Horasânî, sosyal ve ekonomik sıkıntılar içinde bunalan Türkmenler’e büyük bir kurtarıcı sıfatıyla davranmış, yetiştirdiği halifeleri çeşitli bölgelere dağıtarak isyan için hazırlıklar yapmıştır. Halifelerinden Baba İshak liderliğinde Kefersud bölgesinde ayaklanan Türkmenler, önemli başarılar kazandıktan sonra Orta Anadolu’ya intikal etmiştir. Burada da bir ölçüde başarı elde edilirken Baba İlyas, Selçuklu kuvvetleri tarafından Amasya’da idam edilmiş, Türkmenler’in çoğu Kırşehir’de Malya ovasında kılıçtan geçirilmiştir. İsyan hedefine ulaşamamış olmakla birlikte kaçıp kurtulabilen Türkmenler sıkı bir dayanışma içine girmiş, Babaîlik hareketi ortaya çıkmıştır.
Tarihi şahsiyeti itibariyle Hünkar’ın asıl adı Bektaş’tır. Kendisi “Horasan erenleri” diye bilinen Kalenderîyye akımına mensup sûfîlerden biridir. 13. yüzyılda Moğol istilası sebebiyle Anadolu’ya doğru vuku bulan derviş göçleri arasında, aynı mektebe mensup Yesevî veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydarî dervişlerinden biri olarak Anadolu’ya gelmiş olmalıdır.
Burada kardeşi Menteş’le birlikte Baba İlyas-ı Horasânî’ye intisap etmiş ve halifelik makamına gelmiştir. Ancak kardeşi Menteş, Babaî İsyanına katılıp Sivas’ta Selçuklu kuvvetleriyle yapılan savaşta öldürülmüş olmasına karşılık, Hacı Bektaş isyana iştirak etmemiştir. Muhtemelen 1250 yılı dolaylarında Karayol’a (o günkü adıyla Sulucakarahöyük, bugünkü Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesi) gelerek buraya yerleşmiştir. Burada bir yandan Türkmen şeyhi olarak halkı irşat ederken bir yandan da Göreme bölgesindeki Hıristiyanlar’la temasa geçip onların ihtidasına zemin hazırlamış, ayrıca şamanist Moğallar’ın müslüman olması için yoğun faaliyetlerde bulunmuş, bu amaçla Anadolu’nun muhtelif bölgelerine halifeler yollamıştır. Hünkar’a başta Makâlât olmak üzere Kitâbü’l-Fevâid, Şerh-i Besmele gibi eserler izafe edilmiştir.
Üçüncü nesli 14. yüzyıla kadar takip edilebilen Babaî zümreleri veya bu zümrelerin bir kısmı çok geçmeden Safevîyye adıyla bir başka harekete girmeye başlamıştır. Azerbaycan’ın Erdebil şehrinde tasavvufî bir zeminde ortaya çıkan Safevîlik, başta Sünnî karakterli bir yapıya sahipken Sadreddîn-i Erdebîlî’den sonra yerine geçen Alâeddîn-i Erdebîlî zamanından itibaren Şiî unsurları bünyesine almıştır. Tarikat aynı zamanda giderek siyasi bir hüviyete de bürünmüştür.
Tarikatın başına Hâce Ali’den sonra Şeyh İbrâhim, onun ardından da Şeyh Cüneyd geçmiştir. Batınî karakterde dinî anlayışlara sahip olan ŞeyhCüneyd, topladığı kuvvetlerle önemli siyasi başarılar elde etmesine rağmen Şirvanşah’lara karşı giriştiği mücadelede öldürülmüştür. Ardından küçük yaşta olmasına rağmen yerine oğlu Haydar geçmiştir. Siyasi bakımdan Kafkas kavimlerine karşı başarılı savaşlar gerçekleştiren Haydar, manevi bakımdan da batınî-mistik çizgiyi devam ettirmekle birlikte Oniki İmam Şiîliği’nden bazı unsurlar almıştır. Bu unsurları toplumun sosyo-kültürel dokusuna uyduran Haydar, söz gelimi, müritlerine On İki İmamı temsil etmek üzere on iki dilimli kırmızı börk (başlık) giydirerek onların Kızılbaş diye anılmasını sağlamıştır. Onun da 1488 yılında öldürülmesinden sonra önce büyük oğlu Ali, onun da kısa zaman içinde ölmesi üzerine diğer oğlu İsmâil şeyhliğe geçmiştir. Anadolu’nun bazı yerleşim merkezlerini dolaşan ve müritleriyle görüşüp onların desteğini alan Şeyh İsmail, Azerbaycan, Nahçıvan gibi yerleri ele geçirip büyük zaferler elde etmiş ve Tebriz’de şahlık tahtına oturmuş, On İki İmam adına hutbe okutup para bastırmış ve 1501 yılında resmen Safevî Devleti’ni kurmuştur.
Babâîlik hareketi 14. yüzyılın başlarından itibaren Rum Abdalları ile sürdürülürken, bunlardan bilhassa Abdal Musa gibi şahsiyetlerin Hacı Bektaş ananesine kuvvetli vurgu yapmasıyla Bektaşîlik öne çıkmaya başlamıştır. Bektaşîlik, asıl kuruluş ve gelişmesi 15. yüzyılın sonlarına doğru Balım Sultan’ın tarikatın başına geçmesiyle gerçekleştirmiştir. Bektaşîlik’te Hacı Bektaş Veli’den sonra ikinci pîr (pîr-ı sânî) kabul edilen Balım Sultan’ın asıl ismi Hızır Bali’dir. Hacı Bektaş Veli külliyesinde bulunan türbesindeki kitabeye göre Hünkar’ın soyundan gelen Resul Bâlî’nin oğlu, gelenekteki bir görüşe göre ise Mürsel Bali’nin oğludur. Ayrıca onun, Sersem Ali Baba’nın Dimetoka’da bulunduğu sırada evlendiği bir Sırp prensesinden doğma olduğu da iddia edilmiştir. Osmanlı merkezi yönetimi tarafından Kızılbaş ocaklara karşı desteklenen ve ilk dönemlerden itibaren Yeniçerilik içerisinde temsil edilen ve kırsaldan çok şehir merkezlerinde faaliyetlerini sürdüren Bektaşîlik, hem Anadolu’da hem de Balkanlar’da giderek güçlenmiştir. Sayıları günden güne artan Bektaşî tekke ve dergâhları, bağlılarından alınan para ve bağışlanan vakıflarla aynı zamanda iktisadi bir güç kazanmıştır.
Yakın dönemdeki en önemli olay Yeniçerilikle birlikte Bektaşî tekkelerinin kaldırılması olmuştur. Kuruluşundan 16. asrın ortalarına kadar eğitimi, becerisi ve disiplini ile devrin en iyi askeri birliği haline gelen ve askeri başarılarda önemli katkısı olan Yeniçeriliğin disiplinini kaybetmesi üzerine, II. Mahmut tarafından 1826 yılında kurumun varlığına son verilmiştir. Yeniçerilikle ilişkisi dolayısıyla peşinden Bektaşîlik üzerine gidilmiştir. Birkaç Bektaşî babası idam edilmiş, direnenler sürgüne gönderilmiş, Anadolu ve Balkanlar’daki tekkeler yer yer yıkılmış, kalanlar diğer tarikatların hizmetine verilmiştir. Ancak çok geçmeden yapılan hatanın farkına varılarak Bektaşîliğe yeniden alan açılmıştır. İlk olarak, Amasya’da sürgünde bulunan Şeyh Hamdullah Efendi 1833 yılında bağışlanıp Hacıbektaş’a dönmüş, Sultan Abdülaziz (1861-1876) döneminde Bektaşîler yaklaşık on yıl içinde bazı temel eserleri neşretme imkanı bulmuşlardır. Ayrıca bu dönemde Bektaşî tekkeleri yeniden açılmaya ve canlandırılmaya başlanmıştır.
Alevîlik ve Bektaşîlik inançlar, ibadet anlayışları ve âdâb-erkân bakımından üç tarihsel dönemin izlerini taşımaktadır. İlk dönem göçebe toplulukların İslam’ı kabul edip Gök Türk inancı, Şamanlık yahut Kamlık geleneğini İslam’la iç içe benimsedikleri dönemdir. Bu dönem başta Yesevîlik olmak üzere bazı bağdaştırmacı anlayışların, çok muhtemelen batınî İsmailî anlayışlardan da etkilenerek tasavvufi yapılar halinde kendisini ifade ettiği devirdir. İkinci dönem ise 15. yüzyılın ilk yarısında Hurûfî anlayışların nüfuz ettiği dönemdir. Şu kadarını ifade etmek gerekir ki Hurûfîlik, Kızılbaşlığa daha sınırlı, Bektaşîliğe ise nispeten daha güçlü olarak sirayet etmiştir. Üçüncü dönem ise aynı asrın ikinci yarısından sonra bünyeye On İki İmam Şiîliği’nin (İsnâaşeriyye) kimi anlayışlarının nüfuz ettiği dönemdir.
İslam dinin temel inancı olan “Allah’ın varlığı ve birliği ile Hz. Muhammed’in peygamberliğini” tasdik etmekten ibaret olan kelime-i şehadet Alevîlik’te kabul edilmiştir. Ancak bu iki iman esasına “Ali’nin velâyeti” de eklenmiştir. Nitekim çok çeşitli vesilelerle söylenen “Hak-Muhammed-Ali” üçleri bunu ifade etmektedir. Bu üçlerde yer alan “Hak” yüce yaratıcı olan Allah’ı, “Muhammed” genel anlamda “nübüvvet”i yani peygamberliği, “Ali” de tasavvuftaki “velâyet”i yani ermişliği sembolize etmektedir.
Âhiret: Ahiret inancı müphem ve zaman zaman çelişkilidir. Bu inanç, eski dinlerden gelen tenâsühle, Kur’an’ın üzerinde durduğu âhiret telakkisinin iç içe girmiş bir halidir. Bazı kaynaklarda kıyamet, mahşer, öbür dünya, cennet ve cehennemden söz edilerek İslam’ın âhiret anlayışına gönderme yapılan kayıtlar olduğu gibi, sınırlı oranda “ruh göçü” terimiyle öldükten sonra yeniden dünyaya gelmeye dönük kayıtlar vardır.
Alevîlik ve Bektaşîlik, İslâm dinini samimi olarak benimsemekle birlikte, içinden geçtiği tarihi sürece bağlı olarak, bu dini kitabî hüviyetiyle tanıyıp hayata geçirme imkanından büyük ölçüde yoksun kaldığı için, İslam inançlarıyla ilgili olduğu kadar bu dinin temel ibadet biçimleri ile ilgili olarak da belli bir esneklik ve farklılık içinde olmuştur. Bazı dönemlerde ve bölgelerde temel İslamî ibadetleri yerine getirme konusunda nispeten yüksek bir oran gözlenirken, bazı dönemlerde ve bölgelerde bu oranın ciddi şekilde düştüğü müşahede edilmiştir.
Namazlar: Kültürel kaynaklarda abdest, günlük namazlar ve Cuma namazına yönelik sınırlı ve zayıf içerikli göndermeler bulunduğu gibi farklı ve çelişkili göndermeler de vardır.
Oruç: Alevîlik ve Bektaşîlik bâtınî karakterine bağlı olarak Ramazan orucuna diğer İslâmî ibadetlerde olduğu gibi daha serbest ve mesafeli bir tutum içinde olmuştur.
Zekat: Zekat konusunda da Alevîlik ve Bektaşîlik’te anlayışlar da diğer ibadetlere ilişkin anlayışlarla benzer durumdadır. Hem Hacı Bektaş Veli’nin Makâlât’ında hem de Kızılbaş erkân kitabı Buyruk’ta, şeriat kapısının üçüncü makamı olan “ibadet”ten söz edilirken zekat geçmektedir. Ancak kültürel kaynaklarda bu ibadetin gereği ve detayı ile ilgili bilgilere rastlanılmamaktadır. Diğer taraftan Buyruk’ta yol mensuplarının birbirlerini niyaz etmelerinin (batınî) zekât olduğuna işaret edilmiştir.
Hac: Hac konusunda Alevîliğin kültürel kaynaklarında bu ibadete azımsanamayacak nispette gönderme yapılmıştır. Hacı Bektaş Veli’nin Makâlât’ında “kapı”lar anlatılırken yine ibadet makamının sayılması sırasında hac ibadetine değinilmiştir. Kızılbaş erkân kitabı Buyruk’ta da ayrıca, bir yol mensubunun kendisi gibi yol mensubu olan sûfî kardeşine “tecellâ”sı (onunla görüşmesi) yine batinî bir hac olarak ifade olunmuştur.
Alevîler’in ibadet anlayışı bakımından diğer bir husus olan “âdâb-erkân”a gelince; bu bir çeşit tarikat nizamnamesi, yol mensuplarının “insan-ı kâmil” oluncaya kadar uymaları gereken kurallar diye de anılabilir. Kızılbaş Alevîlik ve Bektaşîlik’te büyük benzerlikler taşımakla birlikte belli ölçüde farklılıkla da bulunmaktadır.
Alevîlik’te diğer bir ifadeyle Kızılbaşlık da yani Erdebil merkezli ocaklarda erkân 16. yüzyılda Buyruk’la birlikte son şeklini almış, ocaklara göre bazı farklılıklar bulunmakla beraber ciddi bir değişiklik olmadan günümüze kadar gelmiştir. Bu bakımdan denilebilir ki bu yapının temel erkânı kitabı Buyruk olup yolun bütün nizamnamesi bu eserde kayıtlıdır. Ancak eserin değişik versiyonlarının bulunması, zaman içinde eser üzerinde tasarruflarda bulunulmuş olması ocaklar arasında bazı detay konularda küçük farklılıkların oluşmasına yol açmıştır.
Erkânlara geçmeden önce her iki yapının hiyerarşisine, diğer bir ifadeyle sûfî teşkilatlanmasına kısaca işaret edilmelidir. Kızılbaşlık başlangıçta “halife, dede, mürebbi, rehber, musahip ve talip” olmak üzere altı dereceli idiyse de, daha sonra halifelik kalkmış, bu makam Bektaşî çelebisi tarafından temsil edilmiştir. Bugün söz konusu yapı daha çok dedelik, rehberlik ve taliplik olmak üzere üç dereceli bir kategori arz etmektedir. Dedeler mürşitlik, pirlik ve mürebbilik görevlerini yerine getiren kimseler olup Hz. Peygamber (sav) soyundan geldiklerine inanılır. Rehber, dedenin yardımcısı, talip de yol mensubu demektir.
Alevîlik ve Bektaşîlik’te asıl amaç “insan-ı kâmil olmaktır. Bunun için her can yani talip bir mürşide bağlanarak “dört kapı-kırk makam”ı bilip uygulamalıdır.
Kapılar şeriat, tarikat, marifet ve hakikat şeklinde sıralanmıştır. Her kapının onar makamı bulunmaktadır. Hacı Bektaş Veli’nın Makâlât’ı ile Buyruk’ta yer alan kapı ve makamların bazı küçük farklılıklar dikkate alınmazsa büyük benzerlik taşıdığı söylenebilir. Buna göre ilk kapı olan “şeriat” kapısının makamları inanmak, ilim öğrenmek, ibadet etmek, helal kazanç yemek, haramdan sakınmak, hayızlı hallerinde kadınlara yaklaşmamak, şeriat evine girmek, şefkatli davranmak, temiz yiyip temiz giyinmek ve iyi şeyleri (ma’rûf) emretmektir.
İkinci kapı “tarikat” olup makamları mürşitten el alıp tövbe etmek, talip olmak, dünya nimetlerine önem vermemek, sabırlı olmak, saygılı olmak, Allah’tan korkmak, Tanrı’dan umut kesmemek, hidâyet içinde olmak, toplum içinde uyumlu olmak, insanları sevip yoksulluğu seçmektir. Üçüncü kapı “marifet” olup makamları edepli olmak, heybet, sabır ve namazla Allah’tan yardım dilemek, kanaat göstermek, hayalı olmak, cömertlik, ilim sahibi olmak, teslimiyet ve rıza, marifet ve kendi özünü bilmektir. Dördüncü kapı “hakikat” olup makamları türâp olmak (alçak gönüllülük),Muhammed-Ali yoluna boyun eğmek, eline-beline-diline sahip olmak, güvenilir olmak, tevekkül, sohbet, sır, rıza, tefekkür ve Tanrı hasretini kalpte canlı tutmaktır.
Cem: Şüphesiz Alevî ve Bektaşî erkânının esası cem adı verilen toplantılardır. Alevîliğin sırrı olarak kabul edilen cem, kökeni itibariyle Türkler’in İslâmiyet’e girmeden önceki devirlerde belli disiplin kuralları içerisinde gerçekleştirdikleri kımızlı dinî toplantılar olup İslâm’ın kabulünden sonra bu dinin bazı unsurlarını bünyesine katarak yeniden şekillendirilip geliştirilmiştir. Alevîlik’te cem Hz. Peygamber’in miraç dönüşü uğradığı kabul edilen “kırklar meclisi” söylencesine dayandırılmıştır.
Semah: Alevî ve Bektaşî erkânının temelini teşkil eden cem ritüeli, işte, temelde miraç olayının ve kırkların meclisinin hatırlanması, semah hizmeti bu mecliste cânların Hak aşkıyla dönüşlerinin canlandırılmasından ibarettir.
On iki hizmet: Çeşidi ne olursa olsun cem toplantıları on iki hizmetin yerine getirildiği meclislerdir. Oniki hizmetin her birinin ayrı hizmetçileri vardır. Bu hizmetler yörelere ve dönemlere göre bazı farklılıklar taşımakla birlikte genelde dedelik, rehberlik, gözcülük, çerağcılık, zâkirlik, süpürgecilik, suculuk (saka, ibrikdâr), sofracılık (kurbancılık), semahcılık (pervane), okuyuculuk (peyk), iznikçilik ve bekçilik olarak sıralanabilir.
İkrar cemi: Cemlerin birçok çeşidi vardır. Bunlardan biri “İkrar Cemi” yahut “Nasip Alma Cemi” olup Bektaşîliğe mahsustur. Hangi sosyal çevreden gelirse gelsin isteyen herkes şartlarını yerine getirmek suretiyle, ikrar cemine katılarak Bektaşî olabilir. Kızılbaş Alevîlik’te ise yol mensubu olmak Alevî anne-babadan gelme şartına bağlıdır.
Muhasiplik Erkânı: Musahiplik Erkânına gelince, bu, Bektaşîlik’teki “ikrar cemi”ne tekabül eder. Temelde evli iki çiftin birbiriyle yol kardeşliği kurması ve bu suretle yol mensubu olmaları amacıyla düzenlenen erkândır. Bunun eski Türk inanç ve âdetleriyle ilişkili arkaplanı bulunmakla birlikte aynı zamanda İslâmî bir boyuta da sahiptir. Söz konusu kesimler geçmişte göçebe ve yayla kültürünün bir gereği olarak uyguladıkları “kardeşliği” İslâmî dönemde Hz. Muhammed (sav)’in Mekke’den Medine’ye hicreti sonrasında göç eden her Mekkeliyi yerli bir Medine’li Müslümanla kardeş yapması uygulamasına dayandırmışlardır.
Görgü Erknı: Diğer bir erkân olan “Görgü Erkânı” ise yola giren canların, yılda bir kez pîrin önderliğinde toplum huzurunda sorgulamadan geçip aklanması amacıyla yapılan erkândır. Alevîlik’te musahiplik erkânından sonra en önemli erkânın bu olduğu söylenebilir.
Abdal Musa Erkânı: Bir diğer erkân olan “Abdal Mûsâ Erkânı” ise özellikle kış aylarında yapılır. Köyün ileri gelenleri toplanır ve Abdal Mûsâ kurbanına karar verirler. Görevli olanlar evleri dolaşarak lokma toplarlar. Kurbanlar kesilir, lokmalar hazırlanır. Cem gerçekleştirilir. Abdal Mûsâ kurbanı dolayısıyla o yıl insanların elem, keder, hastalık ve belâlardan korunacağına ve kazançların bereketli olacağına inanılır.
Dardan indirme Erkânı: Yine diğer bir erkân “Dardan İndirme Erkânı”dır. Alevîlik’te ve Bektaşîlik’te vefat eden bir kimse için “Hak’ka yürüdü” deyimi kullanılır. Gerçekte, insan Tanrı’dan gelmiş ve O’na dönmektedir. Ölüm bu dönüşün adıdır. Hak’ka yürüyen bir kimse için “helallık alma” temelli yapılan toplantıya “dârdân indirme”, yapılan erkâna da “dârdan indirme erkânı” denir. Özü bakımından bu erkân ölen bir canın velisi veya vasîleri tarafından tıpkı o can hayatta imiş gibi düşünülerek, başta yakınları olmak üzere birlikte olduğu insanlarla helâlleşmesi, varsa onların haklarını verilmesi ya da yerine getirilmesinden ibarettir.
Muharrem Erkânı: Önemli diğer bir erkân “Muharrem Erkânı”dır. Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin, bütün Müslümanlar tarafından olduğu kadar Alevî ve Bektaşîler tarafından da büyük bir sevgi ve saygı ile anılır. Onun siyasi ihtirasların uğruna yetmiş kadar taraftarı ile birlikte 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde acımasızca şehit edilmesi özel bir erkânla hatırlanır ve katillerine lanette bulunulur. “Muharrem erkânı” adıyla anılan bu erkânda söz konusu topluluklar Kerbela olayını hatırlayıp şehitleri saygı ile anarlar.”