II. Dünya Savaşı Döneminin Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Uygulamaları
Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki ölümünden bir gün sonra 11 Kasım 1938’de yapılan seçimlerde millet meclisinin ve parti grubunun desteğiyle İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olmuştur. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı dönemi dünyadaki siyasal konjonktürden dolayı kendine has birtakım özelliklere sahiptir. 26 Aralık 1938’de yapılan CHP Olağanüstü Kurultayında İsmet İnönü “mili şef ve değişmez genel başkan” sıfatını alırken Atatürk “Ebedi Şef” olarak kabul edilmiştir. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Atatürk döneminde aktif siyaset yapamayan Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi simalar siyasette ön plana çıkarken, İsmet İnönü’ye muhalif olan isimler siyaset ve idare sahnesinin dışına itilmişlerdir. Türkiye’de tek parti ve parti-devlet anlayışının hüküm sürdüğü yıllarda, CHP’nin 29 Mayıs 1939’da yapılan Beşinci Olağan Kongresi’nde, hükümet çalışmalarını kontrol etmek için “müstakil grup” kurulması demokratikleşme çabalarının bir işareti olarak yorumlanabilir. İsmet İnönü ile birlikte yeni dönemde Türkiye farklı bir politik süreç izlemiştir. Bu dönemde, Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı -her türlü baskıya rağmen- başarabilmiştir. Savaşın sonuna kadar
başarılı bir şekilde sürdürülen tarafsızlık politikası, yeni kurulmakta olan dünya sisteminin içerisinde yer almak için 23 Ocak 1945 tarihinde Almanya ve Japonya’ya savaş ilan ederek yeni bir mecraya girmiştir. Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edilmesi Türkiye’ye “Birleşmiş Milletler” kurucu üyesi olmak üzere San Francisco Konferansı’na katılma hakkı kazandırmıştır.
II. Dünya Savaşı döneminin siyasi ve sosyal uygulamalarını ekonomik uygulamalardan soyutlamak mümkün görülmemektedir. Bu noktada, Köy Enstitülerinin kurulup yaygınlaştırılması, Milli Korunma Kanunu, Varlık Vergisi, Toprak Mahsulleri Vergisi ve
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu savaş ortamında idari, siyasi ve sosyal anlamda yeniden yapılandırma çalışmaları olarak görülmelidir. Bu dönemde fikir hayatı bakımından ise Rusya ve Almanya’nın savaştaki pozisyonlarına göre aşırı sağ ve sol kesimin dönem dönem takibata uğramalarıhükümetin bu konulara yaklaşımını göstermesi açısından önemlidir.
Çok Partili Hayata Geçiş Süreci
Çok partili siyasi hayatı, yaşama geçirmek “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” (bila kayd ü şart hâkimiyet-i milliye) düsturu le yola çıkan, demokratik bir cumhuriyet
idealini ortaya koyan Cumhuriyet Türkiye’si için dönüm noktalarından biridir. Çok partili hayata geçiş ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra mümkün olmuştur. Çok partilihayata geçiş aşamasında dış politikada demokratik yönetimlerin hâkim olması kadar, İsmet İnönü’nün şahsi katkıları da kayda değerdir. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, cumhuriyetin demokratik yapısını, “Cumhuriyetin bir halk idaresi olarak kuruluşu, yani demokratik karakteri esas tutulmuştur” diyerek açıklamıştır. İsmet İnönü, bu dönemde demokratik anlayışı ifade ederken, bu kavramı kendi anlayışıma göre yorumladığı ve ifade ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü İnönü, daha sonra 7 Temmuz 1945’te “Nuri Demirağ” adında bir sanayicinin birinci meclisteki bazı muhalifleri yanına alarak kurduğu “Milli
Kalkınma Partisi”ni yok saymıştır. İsmet İnönü, oluşacak bir partinin yine CHP’den çıkmasını istemiştir. Bu dönemde, savaş dönemi politikaları tenkit eden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, 7 Haziran 1945’te Anayasanın milli egemenlik ilkesine işlerlik kazandırılması ve parti hayatının demokrasiye uygun şekilde düzenlenmesi için “Dörtlü Takrir” vermişlerdir. Parti içinde tartışmaları başlatan bu uygulama net bir karara ulaşamamıştır. Fakat Dörtlü Takrir, sahipleri partiden atılmışlardır. CHP’den atılan bu dört milletvekili “7 Ocak 1946’da Demokrat Parti”yi (DP) kurmuşlardır.
Çok Partili Hayata Geçişte Bir Dönüm Noktası:
12 Temmuz Beyannamesi
Türkiye’de Çok Partili Sisteme geçişle birlikte, parti yöneticileri ve siyasetçilerinin söylemleri bu kesimin önemli bir kısmının zihniyet olarak çok partili sisteme
hazır olmadıklarını ortaya koymuştur. Buna rağmen, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından “12 Temmuz 1947 Beyannamesi” ilan edilerek çok partili siyasi hayat “devlet
meselesi” olarak kabul edilmiştir. Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasında, halk desteğinde yoksun oluşu, Demokrat Parti’nin kuruluşu aşamasında yapılan
görüşmelerden dolayı gerek halk arasında gerekse partililer arasında “danışıklı dövüş” söylentileri, ayrıca iktidar partisi yöneticilerinin Demokrat Parti’nin kuruluşunu tamamen kendi lütufları olarak görmeleri, bunun yanında Demokrat Partinin hükümet aleyhine giderek artan eleştirileri Cumhurbaşkanı İnönü’yü her ne kadar zor durumda bıraksa da Cumhurbaşkanı, geçmiş tecrübelerinden yararlanma yoluna gitmiş ve geçmişte yaşanan aynı hataların yapılarak sürecin kesintiye uğratılmasına izin vermemiştir. Cumhurbaşkanı İnönü, hem CHP hem de DP’ye karşı eşit mesafede yaklaşmaya
çalışmış, bununla birlikte iki parti arasında karşılıklı emniyetin oluşmasını hedeflemiştir. İnönü, bunu aynı zamanda ülkenin emniyet meselesi olarak da görüyordu. İnönü, aynı zamanda tecrübelerinden yola çıkarak toplumu kutuplaştırmamayı düstur edinmiş ve hem iktidar hem de muhalefet partisinin liderlerini yanına çekmeye çalışmış böylece ortaya çıkabilecek sorunları çözmekte daha etkili olacağını düşünmüştür. Çok Partili siyasi hayat, iki parti yöneticileri arasındaki çekişmelere, muhalefet partisinin
hürriyet misakı, husumet andı gibi uç söylemlerine rağmen iktidar partisini de oldukça ılımlaştırması açısından önemlidir. Bu dönemde, değişmez genel başkanlığın kaldırılması, sınıf ve bölge esasına göre parti kurulmasını engelleyen düzenlemelerin kaldırılması gibi siyasi; üniversitelere idari özerklik verilmesi, Basın Yasası’nın liberalleştirilmesi gibi sosyal düzenlemeler gerçekleştirilerek ortam yumuşatılmıştır. 27 yıllık tek parti döneminin aksine gizli oy, açık tasnif gibi kazanımlarla süslenen bu süreç, iktidar partisini laiklik ve İnkılapçılık konusundaki radikal söylemlerini yumuşatmaya, Osmanlı döneminin hatıralarını yok saymaktan vazgeçmeye, din eğitimi konusunda halkın ihtiyaçlarını karşılayacak adımları atamaya zorlamıştır. Bu ortamda 14 Mayıs
1950’de yapılan seçimler, Cumhuriyet Türkiye’sinde iktidarı halkın oyu ile belirlemiş ve iktidar el değiştirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950-1960 (Demokrat Parti) Dönemi
14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerle birlikte el değiştiren iktidar, bundan böyle yaklaşık on yıl boyunca ülkeyi yönetmiştir. Bu dönemde, Cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar, parti başkanlığını bırakarak şeklen de olsa sivil bir görünüm arz etmiştir. İktidara gelen Demokrat Parti, Eylül ve Ekim 1950’de sırasıyla yapılan Belediye ve İl Genel Meclis Üyeleri seçimlerinde önemli bir çoğunluk sağlayarak iktidarını güçlendirmişti. Demokrat Parti’nin ilk yıllarında tarımda makineleşme ve uygun iklim koşullarının desteğiyle ürün artışı sağlanmış ve kırsal kesimdeki kitlelerde göreceli bir zenginlik ve refah ortamı
oluşturulmuştur. Ancak makineleşmenin ithale dayalı olması ve zaman içinde yedek parça sıkıntısı başta olmak üzere çiftçilere sağlanan desteğin devamlı olamaması gibi etkenlerle oluşan iyimserlik yerini tedirginliğe bırakmıştır. Demokrat Parti, ilk güven oylamasında 192 çekimserle karşılamıştı. Bu İttihat ve Terakki Partisi’nin II. Abdülhamit’e muhalefetinden itibaren kronikleşen iktidara karşı olmakla birleşen muhaliflerin işbaşına gelince hemen farklı gruplara ayrılmalarının sonucuydu. 1950-54 arası dönemdeki ekonomik rahatlama sandığa da yansımış ve Demokrat Parti, 1954 seçimlerinde oy oranını arttırarak (%57) meclisin tek hâkimi haline gelmiştir.
Böyle yüksek bir seçim sonucu, beraberinde basın, üniversite ve muhalefeti dikkate almama eğilimini getirmiştir. 1954 seçimlerinden sonra, DP kamuoyunda kaygı uyandırıcı birtakım faaliyetlerde bulunmuştu. DP’nin özellikle basına yönelik tavrı parti içi muhalefeti güçlendirmiş ve bunun sonucunda 20 Aralık 1955’te “Hürriyet Partisi” kurulmuştur. Demokrat Parti döneminde meydana gelen bir diğer önemli gelişme ise “6-7 Eylül” olayları olarak tarihe geçen ve Yunanistan’la ilişkilerin gerginleşmesine neden olduğu gibi uluslararası alanda Türkiye için olumsuz bir imaj yaratan olaylar silsilesidir. Demokrat Parti, 1957 erken genel seçimlerinde oylarını kısmen düşürmüş olmasına rağmen yine de mecliste çoğunluğu sağlamıştı. DP, 1957 seçiminden sonra muhalefeti ve ona destek olan kaynakları engellemeye yönelik tedbirleri arttırmış yine bu dönemde basın ve muhalefet kadar onlara destek olan diğer kesimlere karşı tavır alınmıştır. Meclis çalışmalarının tamamen hükümetin kontrolü altına verecek düzenlemeler muhalefetin meclis çalışmalarını boykot emesine rağmen kabul edilmiştir. 1957-1960 yılları arası DP için, sonun başlangıcını temsil eden yıllar olmuştur. Bu yıllar arasında enflasyon %200’lük bir artış göstermiş ve bu ekonomik dengelerin bozulmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca yine bu dönemde DP, muhalefete karşı tavrını daha da sertleştirmiş ve ilişkiler birçok yönüyle problemli bir hale bürünmüştür. DP’nin içine düştüğü durumu göstermesi açısından “Vatan Cephesi”nin kurulması da manidardır. Vatan Cephesi, 12 Ekim 1958’de Başbakan Adnan Menderes’in çağrısıyla kurulan ve toplumsal ve siyasi kamplaşmayı tetikleyen bir işlev gördüğü belirtilmektedir. DP, 1960 İhtilalinin hemen öncesinde “Tahkikat Komisyonu” kurmuştur. Bu komisyon, muhalefet ve
basının faaliyetlerini denetlemek amacıyla kurulmuştur. Artan kontrol ve denetleme mekanizması toplumu etkilemiş bunun yanında sıkıyönetim uygulaması da toplumsal bir refleksin gelişmesine neden olmuştur. Bütün bu olaylar sonucunda “27 Mayıs 1960” tarihinde Askeri İhtilal gerçekleşmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almışlardır.
1960 Darbesi’nden Sonra Türkiye
Demokrat Parti’nin, on yıl boyunca art arda yapılan üç seçimde milletten hükümet kurma yetkisini alması ve bunun sonucunda bu partinin yöneticilerinin sanık sandalyesine oturtulması Türkiye’de demokratikleşmenin içselleştirilmediğini göstermesi açısından kayda değerdir. 27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra, “Milli Birlik Komitesi” kurulmuştur. Bu komite 38 kişilik bir kadrodan oluşuyordu. MBK’nın başına da Kara Kuvvetleri Komutanı “Cemal Gürsel” getirilmiş, Gürsel, askeri müdahalenin amacının “Türkiye’de demokrasinin yeniden ortaya çıkarılması” olarak açıklamıştır. MBK’nın başa geçmesiyle birlikte, kapatılan üniversiteler açılmış, basın yasağı kaldırılmış ve bir anayasa komisyonu oluşturulmuştur. Demokrat Parti yöneticileri ise halkı iç savaşa sürüklemek, anayasayı ihlal etmek gibi ağır suçlamalarla “vatana ihanet” ithamıyla mahkemeye verilmişlerdi. Bu dönemde toplumun farklı kesimlerinden oluşturulan “Kurucu Meclis” 12 Ocak 1961’de siyasi parti faaliyetlerine izin vermiştir. Adalet Partisi, Yeni Türkiye Partisi gibi Demokrat Parti mirasçısı olduğu iddia edilen partilerin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi de bu süreçte
kurulmuştur. 9 Temmuz 1961’de yapılan anayasa referandumuna seçmenler, %83 oranında katılmışlardır. Anayasa, %60,4 evet oyu ile kabul edilirken %39,6’lık
hayır oyu ciddi bir hoşnutsuzluğa da işaret ediyordu. Yassı Ada, yargılamaları sonucunda mahkeme, 15 ölüm, 32 müebbet hapis ve çok sayıda 4-15 yıl arası hapis cezasına hükmetmişti. Celal Bayar’ın ölüm cezası yaş durumundan dolayı hapse çevrilmiştir. DP’nin başbakanı, maliye bakanı ve dışişleri bakanı haklarında verilen idam kararları
16-17 Eylül 1961’de infaz edilmiştir. DP’nin kurucu kadrolarının demokrasi ile hiçbir şekilde bağdaşmayan bu trajik ölümleri, bugüne kadar eleştiri konusu olmuştur.
Yapılan genel seçimlerin ardından, ilk koalisyon hükümeti CHP-AP (Adalet Partisi) tarafından 20 Kasım 1961’de kurulmuştur. Kasım 1964 itibariyle Adalet Partisi başkanlığına seçilen Süleyman Demirel, bütçe görüşmelerinde hükümetin istifasını sağlayarak hızlı başladığı siyasi kariyerinde bundan sonra belirleyici aktörlerden biri haline gelmiştir. 15 Eylül 1965 seçimlerinden sonraki dönemde parlamentoda çoğunluğu
sağlayan AP hükümeti de ülkedeki gidişi değiştirememiştir. Bu dönemde özellikle Amerikan karşıtlığı ve öğrenci hareketleri önem kazanmış ve 1968’de olaylar hız kazanarak rejime yönelmeye ve güvenlik sorunu oluşturmaya kadar gitmiştir. Bu dönemde gittikçe artan güvenlik sorunları ve yaşanan kaos nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri, “12 Mart 1971 tarihli Askeri Muhtıra”yı vermişlerdir. Bunun sonucunda başbakan Demirel, istifa etmiştir.
12 Mart’tan 12 Eylül’e Türk Siyasetinde Gelişmeler
12 Mart Askeri Muhtırası’ndan sonra, AP, CHP, Güven Partisi ve parlamento dışından alınan destekle 27 Mart’ta Nihat Erim başkanlığında bir “Teknokratlar Hükümeti”
oluşturuldu. Bu Teknokratlar Hükümetinin, laik cumhuriyeti tehdit edecek faaliyetleri kontrol altına almak, bölücü terör faaliyetlerini engellemek ve Kıbrıs’a olası bir
müdahale için zemin hazırlamak gibi amaçları vardı. Ancak Erim hükümetinin reform uygulamaları toplumda kendine yer edinmediği için Nihat Erim, 3 Aralık 1971’de istifa etti. Bu dönemin en önemli gelişmelerinde biri, Bülent Ecevit’in 14 Mart 1972’de CHP genel başkanlığına seçilmesi olmuştur. Yine bu dönemde muhtıra ile kapatılan Milli Nizam Partisi (MNP) yerine Milli Selamet Partisi (MSP) kurulmuş ve yeni parti de İslami söylemi ön plana çıkarmıştır. Cumhurbaşkanlığına ise “Fahri Korutürk” seçilmiştir. 1973 genel seçimlerinin sonucu Türkiye’yi koalisyonlara mecbur etmiştir. Uzun
arayışların sonunda 25 Ocak 1974’te kurulabilen CHPMSP arasındaki ilk koalisyon Kıbrıs Barış Harekâtını gerçekleştirmiştir. Türk dış politikasını bundan sonra deyim yerindeyse ipotek altına alacak olan bu harekât iki aşamadan oluşmuş ve adada yaşayan Türk toplumunun güvenliğini sağlamıştır. Kıbrıs Harekâtının kazanımlarını paylaşmada anlaşamayan hükümet ortağı iki parti (CHPMSP) koalisyonu bozarak yeni bir hükümet krizi yaratmışlardır. Hükümet krizi, Süleyman Demirel’in başkanlığında Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinin işbirliğinde “Milliyetçi Cephe Hükümeti” kurularak aşılmıştır. Bu dönemde toplumda hızla artan siyasi ve toplumsal kamplaşma iktidarı sağ, muhalefeti de bütün sol faaliyetlerin hamisi haline getirdi. Siyasetteki bu bölünmüşlüğün devletin her kademesinde yansımaları görülecektir. 12 Eylül müdahalesi öncesi öğretmen, memur, polis gibi meslek grupları başta olmak üzere hem toplum hem de işçi-memur kesimi tam bir bölünmüşlük manzarası gösterecektir. Bu bölünmüşlüğün bir yansıması da DİSK’in Taksim’deki 1 Mayıs 1977 mitinginde çıkan olaylarda 34 kişinin hayatını kaybetmesi ile su yüzüne çıkmıştır. 5 Haziran 1977 seçimlerinden birinci parti olarak çıkmasına rağmen CHP’nin, kurduğu azınlık hükümeti güvenoyu alamayınca Süleyman Demirel, MSP
ve MHP desteğiyle “2. Milliyetçi Cephe”yi kurmuştur. Ancak bu hükümet de kısa süre içerisinde düşmüştür. Bu karmaşa içinde uzun süreli sayılabilecek hükümeti,
AP’den istifa eden bağımsız milletvekilleriyle CHP kurdu. Ancak bu dönemdeki toplumsal şiddet öyle bir noktaya vardı ki, normal insanlar bile günlük hayatlarını idame ettirmekte sorun yaşamaya başlamışlar ve bu kaos ortamı belirsizlikte birlikte toplumda güvensizlik ve karamsarlık yaratmıştır. Bu süreç içerisinde, tarihe “Maraş Olayları” olarak geçen ve çok sayıda yurttaşın ölümüne sebep olan mezhepsel çatışmalar da çıkmıştır. Ancak zırhlı birliklerin müdahalesi ile durdurulabilen bu çatışmalardan sonra hükümet 25 Aralık 1978 günü 13 ilde sıkıyönetim ilan etmiştir.
Bülent Ecevit, daha sonra IMF’den kredi başvurunda bulunmakla birlikte yeterli siyasi desteği de bu şekilde tüketmiştir. Bunun sonucunda istifa eden Ecevit’in yerine bütün sağ partilerin desteği ile “Demirel Azınlık” hükümeti kurulmuştur. Bu dönemde günde ortalama 20 vatandaşımızın hayatını kaybettiği göz önüne alınırsa olayın vahameti daha iyi anlaşılabilir. Yine bu dönemde eski başbakanlardan Nihat Erim ile DİSK Başkanı Kemal Türkler’in öldürülmeleri anarşi ve terörün ulaştığı boyutu gösteren uç olaylardır. Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra maruz kalınan Amerikan ambargosu, dış ilişkilerin kötüleşmesinden etkilenen kredi musluklarının kapanması, radikal kararlar almayı zaruret haline getirdi. “24 Ocak Kararları” ile iki aşamada yapılan %73’lük değer düşürme ile uluslararası mali piyasaların beklentisi karşılanarak dışarıdan kredi alınmaya çalışıldı. Ancak, anarşi olaylarının engellenemediği sıkıyönetim ortamında, lider seviyesindekilerin hiçbir şartta bir araya gelmeme inadının siyaset kanalını tıkaması üzerine Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’na dayanarak “12 Eylül 1980’de”
yönetime el koymuşlardır.
12 Eylül 1980 Darbesi ve Sonrasında Türkiye
Kuvvet komutanları ile Genelkurmay başkanından oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), ülkede Atatürkçülük yerine irticai ve sapkın ideolojilerin hâkim olduğu suçlamalarını dile getirmiş, meclis ve hükümeti feshetmiş ve milletvekillerinin dokunulmazlık haklarını da
kaldırmıştır. Ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilerek, yurtdışına çıkışlar da yasaklanmıştır. MGK, iktidar ve muhalefetin aktif yöneticilerinin hepsini gözaltına alarak
çok sayıda dava açmıştır. Ayrıca seçimlerde ülke genelinde oy barajı sistemi getirilerek küçük partilerin meclise girmelerinin önlenmeye çalışılması demokratik
açıdan eleştirilen bir tavır olmakla birlikte bugüne kadardevam eden bir yöntem olarak demokrasi tarihimize geçmiştir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra yeni anayasa ve MGK’nın başkanı Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı %92 gibi yüksek bir oyla kabul
edilmiştir. Bu nispette yüksek bir oranın olması darbe öncesi halkın durumdan ne kadar şikâyetçi olduğunu gösteren önemli kanıtlardan biridir. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden yaklaşık iki buçuk yıl sonra -3 Mart 1983’te- kabul edilen Siyasi Partiler Kanunu ile
siyasi faaliyetler serbest bırakılmakla birlikte önceki dönemde genel başkan, yönetim kurulu üyesi veya milletvekili olanlara siyasi yasak getirilmiştir. Bu süreçte geçmişe oranla toplumu apolitize (politikaya ilgisiz) etmek önemli bir görev olarak kabul edilmiştir. 1983’ten 1991’e kadar ANAP (Anavatan Partisi) ülkeyi yönetme yetkisini milletten almıştır. ANAP’ın hükümetleri döneminde, serbest ekonomik anlayışın ve ihracata yönelik bir ekonomi politikasının izlendiği söylenebilir. ABD’nin 1991’de Körfez Savaşı sırasında ve sonrasındaki uygulamalarından etkilenen Türkiye’de enflasyon artmış, grevler başlamış, orta direk olarak ifade edilen orta sınıf çökmüş ve tüm bunların neticesi olarak da halk bu ümitsiz durum karşısında dine daha çok sığınmaya başlamıştır.
1987 yılında siyasi yasaklıların referandumla siyasete dönmeleri takiben yapılan seçimler yeniden koalisyonlar devrini başlatmıştır. Eski liderlerin siyasi tabanlarını temsil eden yeni partilerde devam etmesinin istisnası 1985’te eşi Rahşan Ecevit tarafından kurulan Demokratik Sol Parti’nin (DSP) başına geçerek CHP’ye rakip olan Bülent Ecevit olmuştur. Ecevit, klasik Cumhuriyet Halk Partisi söylemlerinden farklı yaklaşımlarıyla 90’lı yılların
siyasi hayatında etkin rol oynamaya devam etmiştir. 1991 seçiminde sonra Türkiye’nin iki önemli siyasi gücü, Doğru Yol Partisi ile (DYP) Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) bir araya gelmesi ile başlayan süre, İki binli yılların başına kadar devam etmiştir. Türkiye’yi 1990’ların başında etkileyen bir diğer önemli faktör ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır. Türkiye bu dönemde yaşanan olumsuz koşullardan dolayı bölgesel bir güç olamamıştır. Özal döneminde Türkiye her ne kadar gelişme kaydettiyse de bu topyekûn bir kalkınmayı kendisiyle getirememiştir. Özal döneminde, Türkiye hem Türki Orta Asya devletleriyle hem de Balkanlar devletleriyle işbirliğine girişmiştir. Ancak, Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’te ansızın ölümü bu tür girişimleri de doğal olarak yarıda bırakmıştır. Turgut Özal’ın ölümüyle birlikte yerine Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olmuştur. “4 Nisan (1994) Kararları” olarak tarihe geçen ekonomik önlemler, toplumun daha da fakirleşmesine neden olmuştur. 1995 seçimlerinde hiçbir partinin hükümet kuracak milletvekili sayısına ulaşamamasından dolayı Ecevit’in dışarıdan desteklediği DYP/ANAP koalisyon hükümeti kurulmuş, daha sonrada 28 Haziran 1996’da Refah Partisi (RP) ile DYP koalisyon hükümeti kurulmuştur. RP ile DYP koalisyonunun başbakanı olan
Necmettin Erbakan döneminde aşırı uç dini söylemlerin basına yansıması üzerine, “28 Şubat 1997’de” Milli Güvenlik Kurulu hükümeti uyarmıştır. Yakın tarihimize “post modern” darbe olarak geçen bu uyarı sonucunda laiklik karşıtı eylemlerin engellenmesi ve eğitimde sekiz yıllık kesintisiz sisteme geçilmesi kabul edilmiştir. Siyasi ortamın gerginliği dolayısıyla farklı kombinezonlarla kurulan ANAP/DSP/DTP koalisyonu sırasında terör örgütüne yardım eden Suriye ile savaşın eşiğine gelinmiştir. Bu koalisyon, politik hesaplaşmalar dolayısıyla bozulunca bu defa DYP ve ANAP desteğiyle DSP azınlık hükümeti kurulmuştur. İki sağ partinin desteğiyle sol bir partinin azınlık hükümeti kurması Türk Demokrasi hayatında önemli bir gelişme olarak nitelendirilebilir. 18 Nisan 1999 seçimlerinde DSP birinci parti olarak çıkmıştır. Cumhuriyet döneminin ilk partisi
olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilk defa meclis dışında kaldığı bu dönemde Ecevit’in başbakanlığında ANAP ve MHP koalisyonu kuruldu. 2000 yılındaki ekonomik kriz, bu koalisyon hükümetini zor durumda bırakmış ve Dünya Bankası’nda üst düzey görevde bulunan Kemal Derviş ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına getirilerek onun
hazırladığı ekonomik program hayata geçirilmiştir. Ancak koalisyon üyeleri arasında politik çıkarların öne çıkarılmasından kaynaklanan sorunlar ve başbakan ile cumhurbaşkanı arasında yaşanan tartışmalar vesilesiyle sonlanan DSP, ANAP, MHP koalisyonunda sonra “3 Kasım 2002” de yapılan seçimlerden sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) dönemi başlamıştır. 14 Ağustos 2001’de kurulan AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerinde en yüksek oyu alarak Abdullah Gül başkanlığında 58. Hükümeti kurmuştur. Okuduğu bir şiir dolayısıyla siyasi yasaklı olan partinin kurucu başkanı Recep Tayyip Erdoğan, siyasi yasağının kalkmasından sonra 15 Mart 2003’te 59. Hükümetin başbakanı olmuştur. AKP hükümetleri döneminde Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve sosyal alanlarda yeniden gelişme gösterdiği bir süreç başlamıştır. 21. yüzyılın ilk on yılında yapılan üç genel seçimde de gittikçe artan bir oy oranı ile işbaşına gelen hükümetlerin uygulamaları demokratikleşme, sivilleşme ve çağdaşlaşma yolunda istikrarla ilerleyen bir Türkiye manzarası göstermeye başlamıştır