Giriş: Genel Bir Çerçeve
Hadisler, Kur’ân ve Sünnetin ayrılmaz parçaları ve sünneti söz, uygulama ve tasvip suretiyle taşıyan ön önemli kaynaktır. İslâm dinine mensup insanların, nerede yaşarsa
yaşasınlar aynı düşünce ve davranış biçimlerini sürdürmeleri, Kur’ân ve Sünnet/hadisler arasındaki bu kopartılamaz ilişkiye uygun yaşıyor olmalarıyla ilgilidir.
Hiç şüphesiz, İslâm dinini diğer ilâhî dinlerden ayıran en temel özelliği Kutsal Kitab’ı ile Peygamber’inin sözlerini birbirinden ayırması, dolayısıyla Kur’ân ve hadis gibi
birbirini tamamlayan iki kaynağa sahip olmasıdır. İslâm dinin diğer bir hususiyeti de Müslümanların her iki kaynağını da, ilk defa kendilerince uygulanan özel metotlarla muhafaza etmiş olmaları; Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamberlerinin döneminden itibaren yazı, ezber ve fiilî uygulama yoluyla koruyarak sonraki nesillere tevâtüren ulaştırmaları, hadisleri ise isnâdlı bilgiler şeklinde nakletmeleri ve sahâbe döneminden itibaren yazıya
geçirmeye başlamalarıdır. Hadislere farklı yaklaşım içinde olanlar, her şeyin Kur’ân’da beyân edildiği, hadislerin de Kur’ân gibi korunma güvencesinin olmadığı ve başlangıçta
yazılmadığı, insanları sadece Kur’ân’a yöneltmek gerektiği, Hz.Peygamberin hüküm koyma yetkisinin bulunmadığı ve gaybı bilemeyeceği, hadislerin çelişkiler yumağı görüntüsü arz ettiği, Hz. Peygamber’in sadece vahyi aktaran bir konumu bulunduğu, hadislerin akıl ve bilimsel gerçeklere ters düştüğü, hadislerin zannî bilgi sunduğu, râvilerin güvenilir olmadığı gibi daha pek çok gerekçe ileri sürmüşlerdir. Bu tür kendisi de zannî ve indî olan ve hadisleri/sünneti hafife alan yaklaşımlar dinî düşüncede seviye kaybına, bilginin değersiz görülmesine, dindarlaşma duygusunun yozlaşmasına ve gündelik hayatta dinin yaşanırlığının sona ermesine sebebiyet vermiştir.
Ayrıca bu eleştiriler, sünnetin Kur’ân’dan ayrı ve ikinci plânda yer alan bir kaynak olduğu düşüncesinden hareketle dile getirilen hususlardır. Oysa sünnet ve onun ifadesi olan hadisler Hz. Peygamber ve ashâbının Kur’ân’dan anlayıp uyguladığı Kur’ân-ı Kerîm’in yaşantıya dönüşmüş biçimidir.
Şarkiyatçıların Hadise Yaklaşımı
İlk Arapça kürsülerinin devlet destekli oluşu, buralardan mezun öğrencilerin imparatorlukların uzak sömürgelerinde görevlendirilmesi, Batı’nın Doğu ile ilişkisine farklı bir boyut kazandırmış; kolonyal güçler ve şarkiyatçılar arasında bir işbirliği tesis edilmiş, şarkiyatçılar sömürgecilerin işgal ettikleri bölgeler ve buradaki halkların kültürlerini daha iyi tanımaları için veri sağlama vazifesini üstlenmişlerdir. XIX. yüzyıla gelindiğinde Batı’da yeterli sayıda Kur’ân tercümeleri ve Hz. Peygamber’in hayatı ile ilgili
çalışmaların yapıldığı, İbn Sa‘d’ın Tabakāt’ı gibi çok önemli eserlerin neşirlerinin gerçekleştirildiği görülmektedir.
İslâm tarihi ve kültürü ile ilgili çeşitli çalışmaların yanı sıra Aloys Sprenger (ö. 1893), Reinhart Dozy (ö. 1883), William Muir (ö. 1905) gibi şarkiyatçılar Hz. Peygamber’in hayatını anlatan kitaplar yazmışlardır. Fakat bu çalışmaları sîret kategorisinde düşünmemek gerekir. Zira siyerler aynı zamanda bir hayat modeli sunma amacını içeren kitaplardır. Hâlbuki söz konusu müsteşrikler Müslüman olmadıkları ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e ve nübüvvetine iman etmedikleri için Resûlullâh’ın (s.a.v.) hayat hikâyesini anlatarak, oradan bir model çıkarmak gibi bir kaygı taşımamalarının yanı sıra zaman zaman hem içerik hem de üslûb açısından onun hakkında kabul edilemez ifadeler kullanmışlardır. Hz. Peygamber’in hayatına dair bu eserlerde hadislerle ilgili
birtakım yorumlara da yer verilmiş, ayrıca Sprenger hadise dair müstakil makaleler de yayımlamıştır.
Batı’da hadis çalışmalarının kurucusu kabul edilebilecek müsteşrik, Macar asıllı Ignaz Goldziher’dir (ö. 1921). Goldziher, kendinden sonra gelecek müsteşrikleri derinden etkileyecek çalışması Muhammedanische Studien’de (I-II, Halle 1889–1890) Hz. Peygamber’in sünnetinin bağlayıcılığının zaman içerisinde arttığı şeklindeki kanaatini dile getirmekle birlikte, daha ziyade hadis kaynaklarının sıhhati meselesi üzerinde durmuştur. Goldziher, tüm rivâyetleri belirli bir bağlamın ürünü kabul etmiş ve hadisleri incelerken “Bu hadis sahîh mi?” sorusunu sormak yerine “Bu hadis hangi grup tarafından
uydurulmuştur?” sorusunu tercih etmiştir. Ona göre her görüş ve muhalifleri, her re’y ve hevâ, her sünnet ve bid‘at ifadesini hadislerde bulmuştur.
Esasen hadis uydurmanın tarihî bir vakıa olduğu
Müslüman âlimler tarafından da kabul edilmiştir. Fakat Müslüman âlimler, Goldziher gibi tüm hadislerin uydurma olduğu şeklinde bir genellemeye gitmemişler, kendi
geliştirdikleri ricâl ve isnâd tenkidi metotları ile hadis uyduran râvileri tespit ederek, mevzû yani uydurma hadisleri ayıklamışlardır. Goldziher, hadislerin Hz. Peygamber’e ait sözler olmaktan ziyade ilerleyen zamanlardaki siyasî, içtimaî, fikrî ihtilâfların Hz. Muhammed’in ağzından sözlerle destek bulma arayışının ürünü olduğunu savunmuştur. Onun için önemli olan, hangi sözün sahîh olduğu değil, hangi sözün hangi olayın neticesinde uydurulduğunun tespitidir. Görüldüğü üzere Goldziher Hz. Peygamber’e nispet edilen hiçbir sahîh sözün olmadığına inanmaktadır.
Goldziher’le aynı dönemde yaşayan Hollandalı müsteşrik C. Snouck Hurgronje (ö. 1936) de hadis kaynaklarının Hz. Peygamber’le ilişkisini görmezden gelir ve hadislerin ilk üç asırda İslâm toplumunda hâkim olan eğilimleri yansıttığını iddia eder. Goldziher sonrası dönemde onun hadislerle ilgili görüşlerini neredeyse tamamıyla benimseyen Henri Lammens (ö. 1937) gibi müsteşriklerin yanı sıra, daha ziyade sîretle alâkalı tarihî haberleri, kelâmî veya hukukî rivâyetleri kendisine ihtisas sahası seçen, mesailerini söz konusu alanlara yoğunlaştıran müsteşrikler de ortaya çıkmıştır. Bunlardan siyer sahasında çalışmaları ile tanınan Josef Horovitz (ö. 1931) Goldziher’den farklı
olarak isnâdları ilk kez inceleme konusu edinmiş ve isnâdın hicrî 93 yılında vefat eden ‘Urve b. ez-Zübeyr’den önce kullanılmaya başlandığını kabul etmiştir. Yine de onun, muhtemelen henüz Batı’da hadis tetkîklerinde dikkate alınmamalarının etkisiyle isnâdların bir rivâyetin hangi döneme ait olduğunu tespit etmede kullanılmasına
şüpheyle yaklaştığı görülmektedir.
Esasen, İslâm’ın Yahudilik veya Hıristiyanlıktan muharref bir din olarak görülmesi ilk kez şarkiyatçılıkla başlamış bir durum değildir. Bilâkis İslâm’ın tarih sahnesine çıkması ve kısa sürede Arap yarımadasının dışında da yayılması ile Müslümanlarla karşılaşan Hıristiyanlar – özellikle Batı dünyası Hıristiyanları- Hz. Peygamber’i dinden çıkmış bir Hıristiyan ve sahte peygamber kabul etmişlerdir.
Concoerdance projesi ile tanınan Hollandalı Arent Jan Wensinck (ö. 1939) de Goldziher gibi, hadis kaynaklarının başka kültürlerden alınan unsurların yanı sıra muhalif grup ve fırkaların uydurduğu rivâyetleri de içerdiği kanaatindedir ve yine Goldziher gibi hadisleri Hz. Peygamber’in değil İslâm toplumun eseri olarak görme temayülü gösterir.
Goldziher’in teorisini sistemli bir şekilde İslâm hukukuna uygulayan ve bu nedenle Batı’da İslâm hukuku çalışmalarının kurucusu kabul edilen Joseph Schacht (ö. 1969) olmuştur. Kendisinden sonra gelen müsteşrikleri tartışmasız biçimde etkileyen Schacht, seleflerinin hakkını teslim eder ve kendi eserlerinin Goldizher’in çalışmalarının bir devamı olarak kabul edilmesi dileğini en önemli eseri The Origins of Muhammadan
Jurisprudence’in (1950) önsözünde dile getirir. Schacht gibi Margoliouth da İslâm hukuku üzerinde yoğunlaşmış ve İslâm hukukunun kaynağı olarak hadislerle ilgili birtakım iddialar dile getirmiştir. Goldziher gibi hadisleri sonraki dönemlerin ürünü kabul eden Margoliouth, bu kabulü nedeniyle bir hadisle karşılaşıldığında muhtemel hangi amaçla uydurulduğunun sorulması gerektiğini savunur. Ona göre daha önce cârî olan toplumun sünnetini göz ardı ederek, Hz. Peygamber’in sünnetini onun yerine ikâme etme konusunda ilk kez çaba sarf eden, bu bakımından kendisinden sonra hukukun gelişimini etkileyen İmâm Şafi‘î olmuştur.
Schacht kendisinden sonraki müsteşrikler üzerinde çok etkili olmuş onun hukukî hadislerle ilgili görüşleri halefleri için üzerinde durulacak zemini teşkil etmiştir. Müsteşrikleri tasnîf ederken Wael b. Hallaq, Harald Motzki gibi günümüz araştırmacıları, Schacht’tan sonraki müsteşrikleri “onun sonuçlarını kabul edenler, etmeyenler veya birtakım değişikliklerle benimseyenler” şeklinde yani ona göre konumlandırmıştır. Schacht sonrası dönemdeki müsteşrikler arasında G. H. A. Juynbol, onun ortaya attığı müşterek râvi teorisini geliştirerek birçok hadise uygulamış, dolayısıyla hadislerin ne zaman uydurulduğu sorusuna cevap ararken o da selefi gibi isnâdlardan yararlanmıştır. Juynboll’e göre isnâdlar ancak hicrî 75 yılından sonra kullanılmaya başlandığı için isnadların müşterek râvilerden önceki kısmı diğer bir deyişle müşterek râvi ile Hz. Peygamber arasındaki kısmı sahtedir. Esasen bu daha önce Schacht’ın da dile getirdiği bir görüştür. Fakat Juynboll Schacht’tan farklı olarak isnâdların kullanılmaya başlandığı hicrî 75 yılından sonra da sahte isnadların var olabileceğini iddia etmiştir. Şarkiyat çalışmalarında çok sık görülen bir hata olan münferid örnekler üzerinden genel kurallara ulaşma eğilimi nedeniyle Juynboll; Mâlik b. Enes (v. 179) Ahmed b. Hanbel (v. 241), Buhârî (v. 256), Müslim (v. 261) gibi hadis imâmlarının eserlerine aldıkları hadisleri güçlendirmek için ilâve isnâdlar uydurduklarını iddia etmiştir. Fakat Juynboll’ün söz konusu aşırı şüpheci tavrı, sadece Müslüman araştırmacılardan değil, Batılı araştırmacılardan da eleştiri almıştır.
Batı’da özellikle son dönemlerde klâsik kaynaklardan daha fazla yararlanmayı tercih eden, isnâdlara ve hadislere aşırı şüphe ile yaklaşmayan araştırmacıların varlığı
görülmektedir. Söz konusu araştırmacılar, Goldziher, Schacht, Juynboll gibi müsteşriklere yönelttikleri eleştirilerle dikkati çekmektedirler. Fakat bu
araştırmacıların da Batılı düşünce geleneğinden geldiği; söz konusu müsteşrikleri eleştirmekle birlikte, birçok noktada onlarla hem fikir olduğu, çalışmalarında İslâmî
değerleri veya İslâmî ilimlerin usûllerini hareket noktası kabul etmedikleri diğer bir ifadeyle istişrak geleneğinin mensubu oldukları unutulmamalıdır.
Şarkiyatçı Düşüncenin İslâm Dünyasına Tesiri Batı’da meydana gelen zihnî değişim sürecinin sonucunda dinî düşünce yerini pozitivist düşünceye bırakmış, Rönesans’tan itibaren ulaşılan teknolojik başarıların da desteğiyle Batı büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Francis Bacon (ö. 1626) ve Rene Descartes (ö. 1650) gibi düşünürlerin çabalarıyla dikkatler manevî/soyut olandan maddî/gözle görülür olana yoğunlaşmış dinî literatüre
karşı eleştirel bakan bir zihniyet dönüşümü yaşanmıştır. İlk etkisini Kitâb-ı Mukaddes üzerinde gösteren bu yaklaşımla şekillenen, akıl ve tabiatı önceleyen din anlayışı Hıristiyanlık ve Yahudiliği büyük ölçüde etkilemiş ve daha sonraları İslâm dinine de sirâyet edecek olan çağdaşçı dinî düşünceye zemin teşkil etmiştir. Batı’nın kolonyalist tavrı bağlamında işaret edildiği üzere, şarkiyatçılar çağdaşçı dinî düşüncenin İslâm dünyasında da yaygınlaşması için ciddi çalışmalar yapmışlardır.
Özellikle şarkiyatçıların eserlerinde geniş biçimde yer verilen İslâm’da reform, ıslâhatçılık, modernizm, garpçılık, İslâmcılık, tecdid düşüncesi, yenilenme, yeniden
diriliş, Batılılaşma gibi kavramlar zamanla Müslüman müelliflerce de yaygın olarak kullanılır hâle gelmiş, hatta zamanla dinin en temel terminolojileriyle yer değiştirmiştir. İslâm toplumunda çağdaşlaşma yolundaki ilk teşebbüsler, İngilizlerin kolonyalist işgalinin etkisiyle Hint alt kıtasında görülür. Hint alt kıtasındaki çağdaşlaşma
hareketlerinin öncüleri arasında Seyyid Ahmed Han (v. 1989), Çerağ Ali (v. 1895) ve Emir Ali’yi (v. 1928) saymak mümkündür. Yaklaşık aynı zaman diliminde Mısır’da ise Cemâleddin Efgânî (v. 1897) ve Muhammed Abduh (v. 1905) benzer fikirlerin savunuculuğunu yapmaktaydılar. Anadolu’da ise benzer fikirleri garpçılar diye isimlendirilen kişiler dile getirmişlerdir. Sistemleşme dönemi çağdaşçılığına ise Fazlurrahman, Gulam Ahmed Perviz, Mahmud M. Tâhâ, Muhammed Arkoun gibi kimseler örnek olarak gösterilebilir.
Çağdaşçı yaklaşım kendini inşâ eden ben idrakinden, geçmişini borçlu olduğu ilim geleneğinden ve usûlünden vazgeçmiş, çalışmalarını toplumu geleneksel kabullerinden vazgeçirmeye yoğunlaştırmıştır. Pozitivist vurgu tabii olarak aklîleşmeyi öne çıkarmış ve vahiy kaynaklı dinî emirler dahî akıl süzgecinden geçirilerek doğru veya yanlış olarak nitelendirilmiş veya te’vil edilmiştir. Yine bu yaklaşımla, dinin uygulama ve muâmelât boyutu değil inanç ve ahlâk boyutu öne çıkartılmıştır. Ayrıca, gelenek ve taklide karşı çıkılması sebebiyle geleneksel eğitim kurumlarının yerini Batılı eğitim kurumlarına bırakması gerektiği savunulmuştur. Büyük ölçüde Batı aydınlanması ve şarkiyatçı düşüncenin yaklaşımlarıyla örtüşen çağdaşçı İslâm düşüncesi, toplumun içine düştüğü sıkıntılardan kurtulmasına yönelik bir çözüm üretemediği, entelektüel bir faaliyet olarak kalması sebebiyle toplumun büyük kesimine nüfuz edemediği, değişime yaptığı aşırı vurgu dolayısıyla dinin toplumsal hayattan tedrîcen soyutlanması sonucunu doğurduğu, geleneksel değerlere karşı tavrı sebebiyle epistemolojik, ontolojik ve metodolojik açıdan geçmişiyle irtibatını kopardığı, klâsik geleneğe ait kaynakları içerden okumayı terk ettiği, vahiy merkezli din algısını, akıl ve sosyal hayat merkezli bir algıya dönüştürdüğü, kaynaklara dayalı İslâm’dan hayalî/kurgusal bir İslâm algısına doğru kaydıkları, İslâm medeniyetine has özgün bir düşünce üretmek yerine Batı düşüncesinin Doğu’ya intikaline aracılık ettikleri gibi ciddi eleştirilere konu edilmiştir.
Çağdaş Düşünce ve Hadis
İslâm dünyasının fiilen sömürgeleştirilme sürecini de içeren bir zaman dilimini ifade eden Çağdaşçı düşüncenin öncülüğünü Seyyid Ahmed Han yapmıştır. Klâsik metotlarla hadislerin sıhhatini tespitin imkânsızlığı, klâsik yöntemde metin tenkidine yer verilmediği, Sahîhayn diye ifade edilen Buhârî ve Müslim’in eserlerinin tümüyle
sahih olmadığı gibi birkaç hususta genel ifadelerle geleneksel hadis usûlünü eleştiren Ahmed Han sistemli bir tenkit geliştirmiş değildir. Büyük ölçüde kendisinden
önceki ihyâcı geleneğin tenkit usullerinden yararlanmış olmakla birlikte, şarkiyatçılarca gündeme getirilmiş olan Kütüb-i sitte’nin hukûkun yanılmaz kaynakları olmadığı
ve hadislerin Müslümanların ilk birkaç neslinin yaşantı ve düşüncelerinin bir kaydından ibaret olduğu iddiasını sürdürmüştür.
Mısır’da ise aynı zamanlarda siyasî aktiviteleriyle tanınan Efgânî ile dinî ıslah düşüncesindeki derinliğiyle bilinen Abduh yenilikçi İslâm düşüncesinin en meşhur
simalarıdır. Her ikisi de geleneksel din ve toplum anlayışına karşı İslâm toplumlarını harekete geçirmek için çalışmış, ilki Batılı yöntemler kullanarak sömürgeciliğe karşı toplumu harekete geçirmeye çalışırken ikincisi düşünce değişimi ve kurumsal yenileşmeye ağırlık vermiştir.
Büyük ölçüde Mısır yenilikçilerinin tartışma konuları etrafında şekillenen Türkiye çağdaşçılığı da günün yaygın düşüncelerinin tesiri altında kalmış, gerek Dozy, Caetani, Guillaume gibi şarkiyatçıların gerekse Efgânî, Abduh, Emir Ali gibi çağdaşçı yaklaşım yanlılarından yapılan çeviriler tartışma konularını belirlemiştir. Bu çeviriler vesîlesiyle Batı’da şarkiyatçılar arasında yaygın olarak benimsenen ön kabullere dayalı tenkit yöntemleri, geleneksel eğitim yöntemlerinin eski gücünü kaybetmesi sebebiyle uygun zemin bulmaya başlamıştır. Şarkiyatçı düşünceyle İslâm dünyasındaki en yoğun etkileşim eğitim amacıyla Batı’ya gönderilen öğrenciler vasıtasıyla gerçekleşmiştir.
İslâm toplumlarındaki ana eğilimleri temsil eden Mısır, Hint alt kıtası ve Anadolu ıslâhatçı düşünürleri arasında oldukça yakın bir ilmî, fikrî, kültürel etkileşim söz konusu
idi. Ancak, fiilî işgali yaşan Hint alt kıtası yenilikçileri sömürge idaresinin isteklerine daha fazla rıza gösterirken Mısır ve Anadolu yenilikçileri özellikle siyasî ve ilmî muhalefet yöntemini benimsemiştir. İslâm toplumlarında hadise yönelik yaklaşımdaki değişim, sözü edilen yenilikçi düşünürlerin tedricî olarak Batılı tenkit yöntemlerini öğrenmelerine paralel biçimde yaşanmıştır. Bu değişim elbette, değerlendirme yapan kişinin bakışına göre, bir uyanış olarak görülebileceği gibi, kendi medeniyetinden uzaklaşma olarak da
değerlendirilebilir.
Çağdaşçı hadis yorumu temel vasıfları itibariyle özgün bir tavır geliştirememiş; şarkiyatçı çizginin bir uzantısı şeklinde algılanmıştır. Bu bağlamda kişilere, bölgelere ve zamana bağlı olarak tarihselci, akılcı, maddeci, deneyci ve olayları sebep-sonuç ilişkisine göre değerlendiren bir mahiyet arz etmiştir. Belli başlı özelliklerine kısaca işaret edilen ve şarkiyat düşüncesinin etkisiyle şekillenen çağdaşçı yaklaşıma yönelik birtakım tenkitler ileri sürülmüştür. İleri sürülen en önemli eleştiri hadise yönelik eleştirilerin büyük ölçüde genellemelere ve ön kabullere dayandığı ve tek doğrunun kendilerinin savunduğu görüş biçiminde kabul edildiği iddialarıdır. Çağdaşçı yaklaşıma yöneltilen bir diğer eleştiri de, geleneğe yönelik tenkitlerin, yine geleneksel malzemenin sunduğu delillere dayalı olarak yöneltilmesi, böylece delilleri değerlendirmede çifte standart uygulandığı yönündedir.
Her ne kadar çağdaşçı yaklaşım yanlıları tam olarak kabul etmese de, yöntem ve delilleri itibariyle büyük ölçüde şarkiyat tetkiklerinin etkisinde kalınmış, en güvenilir
hadisler bile içtimaî-siyasî olaylarla rivayetler arasında ilişki kurma gayretiyle uydurma kabul edilmiştir.
Çağdaş tenkit metoduna yönelik eleştirilerden bir diğeri de ehil olmayan kişilerin dahi, din konusunda çok rahat görüş beyan etmesine zemin hazırlamasıdır. Açılan bu çığır,
sadece akılla ve tecrübeyle bilgiye ulaşılacağını iddia etmekle yetinmemiş, sem‘î yöntemle alınması mümkün bilgi alanına müdahaleye varan bir uygulamanın kapısını aralamıştır. Alan hakkındaki bu bilgisizlik, ‘benim bildiğim peygamber böyle bir sözü söyleyemez’ dedirtecek kadar cesur davranmanın önünü açmıştır. Çağdaşçı hadis yorumlarına yöneltilen önemli eleştirilerden birisi de yüz yılı aşkın zamandan beri büyük bir gayretle sürdürülmeye çalışılan çağdaşçı yaklaşımın yeniden yapılandırdığı bir İslâm toplumu modeli ortaya koyamamasıdır.
Uygulama: Müslümanca Duruşta Sebat
Gerçek anlamda inanan bir kişi için içinde bulunduğu bütün haller kulluk imtihanının bir safhasını oluşturur düşüncesiyle, karşılaşılan tehlikeleri sabırla ve gerekli tedbirleri alarak karşılayan mü’min için korkulup endişe edilecek hiçbir durum olamaz. Müslümanların tarih boyu öteki kültür ve medeniyet mensubu kimselerle karşılaşmaları bu esasa göre değerlendirilmelidir. Bu çerçevede kolonyal ve oryantalist düşünce esaslı istilâlar Müslümanları belki tarihte yaşanan en önemli birkaç sarsıntıdan birisi olmuştur. Konuyla ilgili olarak bazı âyetler, ardından da, Hz. Peygamber’den rivâyet edilen ve müslümanların diğer din mensupları ile ilişkilerine dair bir hadisin, Kütübi tis‘a’ki rivâyetleri şu şekilde ele alınacaktır.
İlgili Ayetler
‘’ De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Artık (İslâm’ın gerçekleri ortaya koyan bir din olduğunu görüp bildiğiniz halde) niçin onu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. Ey İman edenler! Eğer kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, onlar sizi îmanınızdan sonra
küfre döndürür.” (Al-i İmrân 3/99) “Sen onların dinlerine uyuncaya kadar, Yahudi ve
Hıristiyanlar senden asla hoşnut olmayacaktır. (Resûlüm!) Onlara de ki: ‘Allah’ın hidâyeti (İslâm) doğru yolun ta kendisidir’. Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların heveslerine uyarsan, artık senin için Allah’tan yana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” (el-Bakara 2/120)
“Onlar Kur’ân’ı (kabul edilecek ve edilmeyecek kısımları şeklinde) bölük pörçük ederler. Rabbin hakkı için, onların hepsine yapmakta oldukları şeyi mutlaka soracağız.” (el-
Hicr 15/91–93)
İlgili Hadisler
(Müellif dedi ki:) Bize Muhammed b. ‘Abdilazîz tahdîs yoluyla bildirdi. (O da dedi ki:) Bize Yemenli Ebû Ömer es-San‘ânî; Zeyd b. Eslem, ‘Atâ b. Yesâr, Ebû Sa‘îd el-
Hudrî -radiyallâhü anh vasıtasıyla Resûlullâh’ın – sallallâhü aleyi ve sellem- şöyle buyurduğunu tahdîs etti:
“Sizden öncekilerin yürüdüğü yolu karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. O kadar ki onlar bir kertenkele deliğine girse siz de arkalarından gireceksiniz. Dedik ki: ‘Ey
Allah’ın Resûlü, Yahudi ve Hıristiyanları mı kastediyorsun?’ O da buyurdu ki: “Başka kim olacak?” (Buhârî, “Ehâdisü’l-enbiyâ”, 50, hadis no: 3456) (Müellif dedi ki:) Bize Ahmed b. Yûnus tahdîs yoluyla nakletti. (O da dedi ki:) bize İbn Ebî Zi’b; el-Makbûrî,
Ebû Hüreyre -radiyallâhü anhvasıtasıyla Hz. Peygamber’den -sallallâhü aleyhi ve sellem- şöyle buyurduğunu nakletti: “Ümmetim daha önceki nesillerin yolunu karış karış, arşın arşın takip etmedikçe kıyamet kopmaz. Sahâbe ‘Farisîler ve Rumların yaptığı gibi mi Ey Allah’ın Resûlü?’ dediler. O da: “Başka kim olacak?” buyurdu?” (Buhârî, “İ‘tisâm bi’l-kitâb”, 14, hadis no: 7320)
Hadise Dair Açıklamalar: Bazı rivâyetlerde Müslümanların diğer kavimleri taklidi bir kıyamet alâmeti olarak tavsîf edilmiş, onlar bu duruma düşmeden kıyametin kopmayacağı bildirilmiştir. Söz konusu tavsîfin açıkça yer almadığı “sizden öncekileri kulaç kulaç, karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz, hatta onlar bir kertenkele deliğine girse siz de oraya gireceksiniz” şeklindeki rivâyetin dahi İbn Mâce tarafından “Kitâbü’lfiten” bölümüne dâhil edilmesi, hadisin mü’minler için istikbale yönelik bir uyarı olarak anlaşıldığını ihsas etmektedir.
Hadisin manasının tarih üstü mahiyeti, bilhassa küreselleşme ile kültürler arası farkın asgarîye indiği, fiilen işgalden kurtularak bağımsızlığını ilân eden Müslüman halkların kültür emperyalizmine maruz kaldığı XX. ve XXI. yüzyıllar göz önünde bulundurulduğunda daha iyi anlaşılacaktır. Ancak, hadisin, diğer millet ve din
mensuplarına karşı dışlayıcı bir tavır takınmayı ve insanlığın ortak mirasını reddetmeyi önerdiği de düşünülmemelidir. Nitekim hadiste, “onlar bir kertenkele deliğine girseler, siz de onları takip edeceksiniz” buyrularak Ehl-i kitâb ile ilişkilerin tek taraflı bir teslimiyet ve taklit şeklini almasının kötülüğü ifade edilmiştir.
Sadece inanç esasları getiren bir din olmayan İslâmiyet, hukukun da sınırlarını aşan bir fıkıh anlayışına sahiptir. Dolayısıyla Müslümanların hayatlarının sadece zahirî değil, bâtınî tarafını da inşa eder ve onlara bir benlik ve medeniyet tasavvuru da kazandırır. Müslümanlar karşılaştıkları her yeni olayı dinlerinin kaynaklarına ircâ ederek değerlendirirler, zamanın getirdiği yenilikler ve değişimler konusunda duruşlarını kendi medeniyetleri penceresinden tespit ederler. Bu nedenle, Müslümanlar bir değerler sistemine de sahip olmuşlar; şahsî ve sosyal hayatı tefrik eden, değerlerini belirli şartlar ya da mekânla takyîd eden bir yaklaşımı benimsememişlerdir.