İslâm Medeniyetinin Doğuşu ve Kaynakları

İslâm medeniyeti hakkında yazılmış eserlerde konuların genellikle iki şekilde ele alındığını görürüz. Batılı yazarlar coğrafyaya dayalı bir sınıflandırmayı, Müslüman yazarlar da kronolojiye dayanan bir tasnif tarzını tercih etmişlerdir. Yani biri mekân, diğeri zaman boyutunu esas almıştır. Bu iki tarz da İslâm medeniyetinin özünü, ruhunu ve temel amacını ana unsur olarak ele almayı gözardı etmiştir. İslâm medeniyeti adına bu can yakıcı bir ihmaldir. Çünkü bir medeniyeti doğuran ve yaşatan onun özüdür, ruhudur, amacıdır. Aynı şekilde bir medeniyetin yıkılıp ortadan kalkmasına sebep olan da onun bu aslî değerlerini yitirmesidir.

Bilimsel kabullere göre, medenî hayat milattan önce dört bininci yıllarda şehir hayatı ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bundan önce insan medenî olmayan bir varlık sayılmıştır. Aslında bu yaklaşım, materyalist ve pozitivist bilim adamlarının kendi ideolojik düşüncelerine bir yaratılış ve uygarlık tarihi yaratmak için bilime zorla giydirdikleri ideoloji gömleğidir. Oysa ilâhî dinlere ve kitaplara göre insan medenî bir varlık olarak yaratılmıştır. Medenî hayat da, aynı zamanda ilk peygamber olan ilk insanla birlikte başlamıştır. Çünkü Allah, insanı yeryüzünün halifesi olarak yaratmış ve onu yeryüzünün sahibi kılmış ve ona yeryüzüne hükümran olma imkân ve yeteneği bahşetmiştir. İnsan, Allah’ın hükümranlığının yeryüzündeki temsilcisidir. Bu temsil görevinin öncelediği hedeflerden biri de hiç şüphesiz medenî hayattır, medeniyettir.

İnsanın medenî olması, yaşadığı hayatı ve dünyayı medenîleştirmesi Allah’ı temsil görevidir. Bunun için ihtiyaç duyduğu her yetenek yaratılış donanımına yerleştirilmiştir. Allah’ın yeryüzünde en iyi temsil edilebildiği coğrafya en medenî coğrafya, Allah’ı en iyi temsil edebilen toplum da en medenî toplumdur. Bu bağlamda bütün ilâhî dinler bir din olduğu kadar da birer medeniyettir. İslâm, insanlığın en büyük medeniyet projesidir. Hz. Peygamber bu projeyi uygulamaya Risâlet göreviyle birlikte başlamıştır.

MEDENİYET

Kavram Boyutu

Arapça bir kelime olan medeniyet, “medîne” sözcüğünden türemiştir. Medine ise, bir yerleşim birimi olan “şehir” anlamındadır ve bir yerde ikamet etmek, yerleşmek anlamına gelen “me-de-ne” kökünden gelmektedir. Kentleşme ile yakın ilgisi vardır (İbn Manzur, 1968). Medenî şehirli, şehre ait, şehre özgü; medeniyet ise şehirlilik, yerleşik hayat, iyi yaşama demektir.

İlk olarak 1757 yılında Fransa’da, bundan on yıl sonra da İngiltere’de kullanılmaya başlayan medeniyet, Batı dillerinde şehir ve şehirlilik anlamlarını ifade eden civilisation sözcüğünden türetilmiştir. Civilisation sözcüğü de Latince ’de “şehirli” anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiştir. Osmanlı aydını da medeniyet kelimesini bu anlamıyla kullanmıştır. Günümüz Türkçesinde medeniyet yerine daha çok uygarlık kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Uygarlık kelimesi de belirli yasalara uyarak şehirde yaşayan ve şehirli anlamına gelen “uygur” kelimesinden türemiştir.

Medeniyet, terim anlamı itibariyle bir neslin kendisinden sonraki nesillere miras bıraktığı dinî, siyasî, sosyal ve iktisadî kurumlar, faaliyetler, icatlar, teknolojiler gibi maddî unsurlar ile anlayış, düşünce ve değerler gibi manevî unsurların toplamıdır.

Medeniyet ile aralarındaki yakın benzerlikler sebebiyle, İslâm medeniyeti ve kültürü tarihinde, zaman zaman birbirlerine karıştırılan diğer kavramlara da açıklık getirebilmeliyiz. Bunların medeniyet kavramıyla benzer ve farklı yönlerini ortaya koyabilmeliyiz. Bunlar arasında ilk sırayı “kültür” alır.

Kültür

En fazla tanımı yapılan kavramların başında gelen kültür sözcüğü, 1900’lere doğru başta Fransızca olmak üzere diğer dillere Almancadan geçmiştir. Kültür, Latince cultura kelimesinden türemiş olup “toprağı işleme” anlamına gelir. Türkçemize, daha sonraları Batı dillerinde kazandığı “yüksek umumi bilgi” anlamıyla girmiştir. Ziya Gökalp, kültür sözcüğünün Latincedeki ifade ettiği anlamdan hareketle kültür yerine aynı anlama gelen Arapça hars sözcüğünü kullanmıştır.

Arapça ’da umrân ve hadâret kelimeleri de medeniyet karşılığında kullanılmıştır.

Anlam Boyutu

Medeniyet kavramı on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı’da kullanılmaya başladı. Fransızlar, İngilizler daha sonraları da diğerleri bu kavrama, kendilerinin daha önceki dönemlerinden ve çağdaşı olan diğer milletlerden farklı ve ileri olduklarını öne sürdükleri hayat tarzı anlamını yüklediler (Toynbee, 1980). Bir başka ifadeyle, Batılı kendi hayat anlayışına, yaşam biçimine ve değerler sistemine medeniyet adını vermiştir. Batı dünyası medeniyet kavramının kapsam alanını genişleterek, yüksek teknolojisini, üstün tekniğini, bilimsel bilgisini, güçlü kurumsal yapısını ve kurumlarını, dünya görüşünü ve değerlerini de bu kavramla ifade etmiştir.

Medeniyete İdeolojik ve Politik Yaklaşımlar

Bazı bilim adamı stratejistler, mensubu bulundukları devletlerin çıkar planlarını meşrulaştırmaya yönelik bilimsel tezler ortaya atmışlardır. Bunlardan biri de Samuel P. Huntington’dır. Huntington medeniyetlerin çatışması teziyle medeniyetlere, hizmet ettirmeyi kurguladığı amaca yönelik politik malzeme olarak yaklaşmıştır. O bu yaklaşımını şöyle ifade eder: “Medeniyet kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde önem kazanacak ve dünya büyük ölçüde, belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşimle şekillenecektir. Bunlar: Batı, Konfüçyüs, Japon, İslâm, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri olacaktır. Geleceğin en mühim mücadeleleri, bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca meydana gelecektir. Medeniyetler arasındaki fay hatları geleceğin muharebe hatlarını teşkil edecektir” (Huntington, 2000). Medeniyet kavramına giydirilmeye çalışılan bu politik elbise aslında büyük devletlerin, uluslarüstü büyük güçlerin hiçbir değer yargısı tanımayan çıkar mücadelelerine bu kavramı bir meşruiyet silâhı olarak sunma gayretinden başka bir şey olmasa gerekir.

İslâm Medeniyetinin Doğuşu

Medeniyetlerin Doğuşunu Etkileyen Faktörler

Medeniyetlerin doğuşunda etkili olan birtakım faktörler vardır. Bunların başında insan unsuru gelir. Toplumu ile bilinçli bir iletişime sahip, girişimci, tecrübeli ve üretken, onları yönlendirebilen bir aydın kesim bulunacaktır. Toplum da bu aydınını kabul edecek, benimseyecek ve isteyerek arkasından gidecek bir yapıda olacaktır. Bu gerçekleşmediğinde, yani aydını ile toplumu birbirlerine ters düşen halklar medeniyetlere herhangi bir katkıda bulunamazlar.

Medeniyetlerin doğuşunda etkili olan faktörlerden ikincisi coğrafyadır. İnsanın kontrol edebildiği bir coğrafya ve buna bağlı olarak, tüm canlıların hayatlarını kolaylıkla devam ettirebilecekleri bir iklim, medeniyetin doğuşunu etkilemiştir.

Başka faktörleri de şöylece sıralayabiliriz: Kurumsal ve güçlü bir ekonomik yapı, şehirleşme, göç/hicret/yer değiştirme, değerler sistemi, istikrarlı bir siyasî sistem, sağlıklı eğitim, sanat, dil, hukuk, iletişim, sağlık ve güvenlik kurumları vb. medeniyetlerin doğuşlarını etkileyen önemli unsurlardır.

İslâm medeniyetinin doğuşunda bu faktörlerin elbette payları olmuştur, ama onun doğuşunda en büyük rol ve etkinin İslâm inancına bağlı değerler sistemi olduğunu unutmamak gerekir.

İslâm Medeniyetinin Doğduğu Ortam

İslâm medeniyeti, birbirlerine paralel gelişme gösteren ticaret, sanat, din ve bilimde karşılıklı etkileşim içinde olan ve hatta ortak mirasları paylaşan dört temel medenî terkibin tarih alanı içinde doğmuştur.

Bunlardan birincisi: Nil’den Amuderya’ya kadar uzanan, birçok peygamberin gelmesiyle de peygamberî geleneklere kaynak olan ve merkezî dil olarak Süryanîce, Aramîce ve Pehlevîce dillerinin kullanıldığı Bereketli Hilâl bölgesinin Sâmî-İran terkibidir.

İkincisi: Anadolu’dan İtalya’ya kadar Kuzey Akdeniz boyunca uzanan, Thales, Pisagor, Sokrat, Plato, Aristoteles ve arkadaşlarını yetiştirmiş olan ve merkezî dil olarak Latincenin kullanıldığı Avrupa terkibidir.

Üçüncüsü: Upanişadlar, Buda ve Mahavira devirleri ile öne çıkan Hindistan bölgesindeki Hindu terkibidir.

Dördüncüsü: Konfüçyus, Lao-Tze ve halefleriyle öne çıkan Çin ve komşularının Uzak Doğu terkibidir.

İslâm medeniyetinin bir anlamda uzak arka planını teşkil eden bu bölgeleri ele alalım;

Uzak Arka Plan

Bereketli Hilâl Bölgesi ve İran/Sâsânîler

İslâm öncesi yakın dönemde Bereketli Hilâl bölgesine biri Bizans diğeri de Sâsânî devleti olmak üzere iki süper güç hâkimdi. Dolayısıyla Bereketli Hilâlin Bizans İmparatorluğu sınırları dışında kalan kısmında bölgenin lider devleti Sâsânîler’di Sasanilerde Zerdüşt-Mecusi inancı hâkimdi. Ülkede yer yer Mani ve daha sonra Mazdekizm inançları da vardı.

Sâsânîlerde din adamları, bürokratlar, askerler ve halk olmak üzere dört sınıf vardı. İnsanların hangi sınıftan oldukları doğumla belirleniyordu. Hz. Peygamber’in mektubunu yırtan Hüsrev Perviz (590-628) döneminde İran’da sanayi, mimarî ve sanat gelişmiş, devlet çok zenginleşmişti. 627 yılında Bizans’ın Sâsânîleri mağlup ederek kendine bağladığı, ancak bu dönemde yeniden Sâsânî toprağı olan Harran, bölgenin en kadim ilim merkezlerinden biri idi.

Avrupa Bölgesi

Dördüncü yüzyılın başlarında bölgenin en güçlüsü olan Roma imparatoru Konstantinus (M.S. 306-337), başkentini Bizans’ta kendi adını verdiği Konstantinopolis’e taşıdı. Konstantinus 325’de İznik’te Hıristiyan kilisesinin ilk din kurultayını toplayarak, Hıristiyanlığı devletin desteklediği bir din haline getirdi. Bunun üzerine devlet desteğini arkasına almış Hıristiyan piskoposlar da, Konstantinus ve sonraki Roma krallarını imparatorluğu yönetmesi için Tanrı tarafından seçilmiş olarak gördüler. Daha sonra Theodosius (öl. 395) Hıristiyanlığın dışındaki bütün inançları yasaklamak suretiyle Hıristiyanlığı resmî din haline getirdi.

İmparator Justinianus (527-565), bozulan Roma İmparatorluğu’nun eski birliğini kurmak için Batı Akdeniz ülkelerine yaptığı bir dizi seferde başarılı olamayınca ölümünden hemen sonra Kuzey Afrika, İspanya ve İtalya toprakları elden çıktı.

Altıncı yüzyılın başlarına kadar süren iç savaşlar ve siyasi istikrarsızlık manastırları Hıristiyanlığın güvenlikli mekânları haline getirdi. Çileci ve keşiş hayat tarzları ortaya çıktı. Yedinci yüzyılı Yunan, Latin, Suriye ve Kıptî (Mısır) kiliseleri arasında bölünmüş bir Hıristiyanlık karşılamıştı.

Hindistan

Bölgesinde dönemin en büyük, en renkli ve çok sayıda inanç ve kültürün iç içe yaşadığı Hindistan’da Jainizm ve Budizm dinleri yaygındı. Kişisel duygu ve istekleri yok etmeyi veya bunlara boyun eğmeyi en aza indirmeyi öncül amaçları haline getiren Jainizm ve Budizm’in pek çok ortak ilkesi olmasına rağmen Jainizm, hiçbir zaman Budizm’in yaygınlığına ulaşamamıştır.

M.S. ilk yüzyıldan sonra, Brahmanizm’in biçimi değiştirilerek yeniden ihya edilmiş şekli olan Hinduizm, Hint halkının dünyasına daha fazla ve daha yaygın olarak girmiştir.

Bu büyük ülkede kast sitemi vardı. Buna göre Hint toplumu; Brahmanlar (din adamları), Kşatriyalar (asiller ve askerler), Vaisyalar (çiftçiler, sanatkârlar ve tüccarlar) ve Sudralar (işçiler) ve Paryalar sınıflarına ayrılmıştı.

Uzak Doğu Bölgesi ve Çin

Uzak Doğu bölgesinin en büyüğü olan Çin merkezli medeniyet alanında şekillenen dinî yapı Konfüçyanizm ağırlıklı idi. Hayatta iken ülke yönetimine çağırılmadığı için erdemin ancak iktidar ve sorumluluk ile ortaya konabileceğine inanan Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) Çin’in yönetiminde bizzat rol üstlenemedi, ama mirası öğrencileri vasıtasıyla onun adına ülkeyi yönetti. Konfüçyüs’ün boş bıraktığı, “insanın duygu dünyasının derinlikleri ve tabiatın sırları” ile ilgili alanı dolduran Taoizm, Konfüçyüscülüğe bir denge kazandırdı. Birbirlerini tamamlayan bu iki din Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemden günümüze kadar varlıklarını sürdürdüler.

Ayrıca M.S. 200-600’lü yıllarda Budizm de Çin’de önlenemez bir güçte yayıldı.

Orta Asya: Göktürkler

Altıncı yüzyılın ortalarından yedinci yüzyılın ortalarına kadar Orta Asya bölgesinin hâkim devleti olan Göktürklerdi.

Yakın Arka Plan

Hicaz Bölgesi: Mekke ve Medine

İslâm öncesi meşhur coğrafyacılardan Ptolemy’de Makoraba (Hitti, 1980) olarak geçen Mekke’nin ismi, ilâhî kitaplarda Bekke, Kur’ân-ı Kerim’de hem Bekke (Âl-i İmran, 3/96) hem de Mekke (Fetih, 48/24) olarak kullanılmıştır. Ayrıca İslâm tarihi içinde burası Ümmü’l-Kura, el-Beledü’l-Emîn, el- Beledü’l-Haram gibi otuzdan fazla isim ile adlandırılmıştır. Mekke’nin tarihi ile ilgili birtakım tartışmalar olmasına rağmen Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmâil’i buraya getirdiği tarih olan M.Ö. 1871 yılından beri varlığı bilinmektedir.

Mekke genelde bütün Arap toplumları, özelde ise Kureyş kabilesi için oldukça farklı bir öneme sahiptir. Bu farklı önem, hem tarihî hem dinî ve siyasî hem de ekonomik temellidir. Bölgesinin en önemli ticaret merkezi olan Mekke, uluslararası ana ticaret yollarının kavşağında bulunmaktaydı.

Medine’nin asıl adı Yesrib’dir. Hz. Peygamber’in hicretinden sonra, önceleri Medînetü’n-Nebî, sonraları Medine veya Medine-i Münevvere şeklinde adlandırılmıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de hem Yesrib (Ahzab, 33/13) hem de Medine (Tevbe, 9/120) olarak kullanılmıştır.

İslâm’dan önce Medine’de Yahudiler ve Araplar olmak üzere iki millet yaşamakta idi. İslâm’ın Medine’ye geldiği dönemde burada meskûn Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Araplar, aslen Yemen’in büyük kabilesi Ezd’e mensup olup bu şehre Yahudilerden sonra gelmişlerdir.

Dinî Yapı

Hz. İbrahim ile başladıkları tevhidî inançlarını zaman içerisinde değiştiren Mekkeliler, cahiliye dönemi olarak adlandırılan İslâm öncesi dönemde bir inançlar mozayiğine sahiptirler. Bu inanç mozayiğinin en yaygın olanı putperestliktir. Materyalizm/Ateizm, Yahudilik ve inananları az sayıda da olsa Hıristiyanlık ve Hz. İbrahim’in dinine mensubiyet olarak anlaşılan Haniflik bu mozayiğin alt grup inançları idiler. Bununla beraber, Hıristiyanlık ve Yahudilik, Mekkeliler tarafından oldukça iyi bilinmekte ve inananlarına ehl-i kitap adı verilmektedir.

Siyasî Yapı

Mekke’nin İslâm öncesi siyasî yapılanması, dinî yapılanmasında olduğu gibi, yine Kâbe merkezlidir. Dâru’n-Nedve adı verilen parlamento binası, Mekke’nin merkezî toplanma, istişare ve karar alma meclisi idi.

Sosyal Yapı

Mekke’de sosyal yapının temeli olan kabile, aynı zamanda çok güçlü bir sosyal asabiyetin de meşruiyet zemini idi. En güçlü asabiyet, sırasıyla, soybağı, akrabalık, kabile ve kabileler arası anlaşma asabiyeti idi.

Cahiliye döneminde halk hürler, esirler ve mevâlî olmak üzere üç sosyal sınıfa ayrılmıştı.

Aile Yapısı ve Kadının Durumu

Cahiliye dönemi Arap aile yapısında erkek kendisine özgü imtiyazlı bir yere sahipti. Ailenin tüm sorumluluğu erkeğe aitti. O ailenin reisi, her türlü maddi ihtiyaçlarının sorumlusu, her çeşit tehlike ve saldırıya karşı güvenlik görevlisiydi.

Cahiliye döneminde kadının yeri ile ilgili hem Kur’ânî hem de tarihî rivayetler ve kabuller, kadının nasıl horlandığını, haklarının nasıl ihlâl edildiğini, en tabiî haklarından nasıl mahrum bırakıldıklarını çok net olarak ortaya koyarlar.

Hukukî Yapı

Cahiliye döneminde Mekke’de anlaşmazlık ve ihtilâf hallerinde sınırlı da olsa birtakım hukukî çözümler bulunmaktaydı. Ancak bu hukukî çözümlerin icra ve infazını gerçekleştirecek yetkili ve güçlü bir makam yoktu.

Yetkili ve güçlü bir icra makamının yokluğuna rağmen anlaşmazlıklarda başvurdukları hukuk kurumları bulunmaktaydı. Bunlar:

  • Kabile hakemleri
  • Tard ve Hal’ (toplum dışı bırakma ve kanun dışı sayma)
  • Eşnak (tazminat belirleme)
  • Kasame (yemin ettirme)

Ekonomik Yapı

Yedinci yüzyılın başlarında, genelde Arap yarımadasının, özelde Hicaz bölgesinin en önemli ekonomik faaliyeti ticaret idi.

Taif ve Medine gibi bazı su bulunan bölgelerde sebze ve meyve üretimi ve Necd ve Yemame gibi sınırlı birkaç bölgede buğday ekimi yapılmakla beraber, genel olarak bölgenin arazi ve iklim yapısı ziraat ile uğraşmaya pek elverişli değildi.

Hicaz bölgesi, bu dönemin dünya ticaret ağının en stratejik bölgesinde yer almaktaydı. Fırat’tan Yemen’e kadar, Arap kabileleri kervanlarla birbirlerine bağlanırdı.

İslâm Medeniyetinin Kaynakları

İslâm medeniyetinin doğuş sürecinde iki temel kaynağı vardı. Bunların biri vahiy, diğeri vahyi hayata aktaran Hz. Peygamber’di; başka bir ifadeyle Kur’ân ve Sünnet idi. Gelişme sürecinde bu temel kaynağa doğal olarak, yazılı kaynaklar, sanat eserleri, diğer medeniyetlerin yaşayan unsurları ve onlardan yapılan tercümeler gibi daha başka kaynaklar da eklenmişti.

İslâm Medeniyetinin Özü

İslâm medeniyetinin özü genel anlamda İslâmdır. Özel anlamda da İslâm’ın da özü olan tevhiddir. Bunda hiç tereddüt yoktur. Bunu biraz daha açalım: İslâm dininin olduğu gibi İslâm medeniyetinin de bilinebilir ve analiz edilebilir veya tarif edilebilir özü tevhiddir. Çünkü Tevhid, hem İslâm dininin hem de İslâm medeniyetinin ilk belirleyici prensibidir. Ahenkli bütününe medeniyet adını verdiğimiz her unsur bir şekilde tevhide yönelik bir anlam ve bir simge taşır. Çünkü İslâm inancında, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’ı hoşnut etmeye yönelik her girişim ve davranış ibadet olarak kabul edilmiştir. Evrenin ve evrendeki bütün varlıkların yaratılmasının evrensel bir amacı vardır. Evrenin sahibi bu amacı, peygamberlerine gönderdiği kitapları ve dinleri aracılığıyla bize bildirmiştir. Bunlara göre, dünya kesinlikle bir rastlantı sonucu var değildir. Boş yere oyun ve eğlence olsun diye de yaratılmamıştır (Âl-i İmrân, 3/191; Mü’minûn, 23/15-16). Dünyanın her unsuru ile gerçek ve değişmez bir düzeni vardır.