Kültür, bakmak, özenmek, sürmek, ekip biçmek anlamındaki Latince culture kelimesinden gelir. Culture kelimesi aynı anlamda XVII. yüzyıla kadar Fransızcada da kullanılmıştır. İlk defa Voltair, bu kelimeyi insan zekâsının oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi anlamında kullanmıştır. Kelime başlangıçta cultur şeklinde Almancada da yer almış sonradan kultur olarak benimsenmiştir. Daha sonra medeniyet ve kültürel evrim karşılığında kullanılan culture kelimesi bu anlamıyla İngilizce, İspanyolca ve diğer batı dilleri ile Slav dillerinde yer etmiştir.
Arapçada da es-sekâfe kelimesi kültür mânasında kullanılmaktadır. Bu kelime, maharetli ve zeki olmak, ilim ve sanatta maharet kazanmak anlamındaki sekafe ( ثقف ) fiilinden gelmektedir.
Türkçede ise ilk zamanlarda yazarlarımız kültürü ifade etmek için yeri geldikçe irfan kelimesini
kullanırlardı. Bazen ilm-ü irfan şeklinde ikili bir kullanıma başvurdukları da görülür. Ziya Gökalp, kültür kelimesine karşılık olmak üzere, toprağı sürmek anlamında Arapça bir kelime olan hars ( (حرث kelimesini kullanmış ve bir süre bu kelime yaygınlık kazanmıştır. Ekin kelimesi de kültüre karşılık olarak kullanılıyorsa da kültür, Batı’dan geldiği şekliyle Türkçeye yerleşmiş ve hemen herkes tarafından benimsenip kullanılan bir kelime olmuştur.
Medeniyet kelimesine gelince:
Medeniyetin Batı dillerindeki karşılığı civilisation’dur. Lâtince civitas kelimesinden gelen İngilizce city veya Fransızca cite kelimeleri şehir anlamındadır. İngilizce civic şehre ait, civil nazik, kibar demektir. Bu temel anlama bağlı olarak civilisation medeniyetin karşılığı olmaktadır.
Arapçada el-hadâre ( الحضارة ) ve et-temeddün ( التمدن ) kelimeleri medeniyet manasında kullanılmaktadır.
Medine (şehir) kelimesinden türetilen medeniyetin civilisationa karşılık olarak Türkçede kullanılması XIX. yüzyıla rastlar. Daha önce Osmanlı yazarları bu anlamı karşılamak üzere ve insanlığın maddî ve manevî bakımdan yüksek olduğu refah dönemlerini anlatmak için umrân ( ,(عمران ma‘mûr ( معمور ), i‘mâr ( اعمار ) kelimelerini kullanmışlardır. Şemseddin Sami de Kamûs-i Türkî’sinde umrân kelimesine;
Kültür, insan faaliyetlerinin tümünü ifade eden kapsamlı bir terimdir. Kültür biziz, medeniyet yaptıklarımızdır sözü bu derin kapsamı ifade etmektedir.
E. B. Taylor kültürü şöyle tanımlar: Kültür bilgiyi, imanı, sanatı, ahlâkı, hukuku, örf ve âdetleri ve insanın toplumun bir üyesi olması dolayısıyla kazandığı diğer bütün maharet ve alışkanlıkları ifade eden karmaşık bir bütündür.
Ziya Gökalp’in kültür tarifi ise şöyledir: Kültür, bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî, aklî, bediî, lisanî, iktisadî, fennî hayatlarının aklî bir bütünüdür.
Amerikalı iki antropolog Krober ve Kluckhon, kültür konusunda yayımladıkları bir antolojide, kültür kavramının 164 farklı tanımını derlemişler ve tartışmışlardır. Bu derlemeyi eleştiren bir sosyal bilimci, bilimsel bir kavramın bu kadar çok tanımı varsa onun tanımlanamayacağını kabul etmek gerekir, demiştir.
Bir milletin kültür ve medeniyetine ait unsurlar birbiriyle öylesine karışmıştır ki bunlardan hangisinin kültür, hangisinin medeniyet unsuru olduğunu ayırt etmek oldukça zordur. İşte bu güçlük pek çok kişinin zihninde, kültür ile medeniyet aynı şeydir, düşüncesinin yerleşmesine sebep olmuştur. Yine de bazı bilim adamları kültürün manevî unsurlarını kültür, maddî ve teknik unsurlarını medeniyet olarak değerlendirmişlerdir.
Bir kısım ilim adamları da; medeniyet, milletlerarası ortak değerler seviyesine yükselen kültür unsurlarıdır, tanımını yapmışlardır.
Ziya Gökalp, millî kültürü meydana getiren din, ahlâk, hukuk, rasyonel faaliyetler, estetik, dil, ekonomi ve teknik gibi unsurların değişik milletlerin ortak hayatında aldığı şekle medeniyet diyor. Meselâ, Batı medeniyeti denildiği zaman, dinî bakımdan Hıristiyan toplulukların manevî ve sosyal değerleri ile müsbet ilme dayalı teknik anlaşılır. Ancak batı medeniyetine bağlı milletlerden her biri ayrı bir kültür topluluğudur.
Aynı durum İslâm medeniyeti için de geçerlidir. Müslüman olup İslâm medeniyeti havzasında yer alan milletlerin ortak İslâm medeniyetinden ayrı millî kültürleri vardır. Bu husus sanatta, örf ve âdetlerde, giyimde özellikle kendisini gösterir. Hindistan’da yapılan bir mimari eser, meselâ bir cami ile Anadolu veya Fas’ta yapılan bir cami farklı mimarî özellikler taşır. Türkiye’de yaşayan bir Müslümanla Pakistan’da yaşayan Müslüman farklı giyinir. İşte bu farklılıklar kültürü yansıtır.
Ziya Gökalp’in maddeler halinde sıraladığı farklar şunlardır:
Medeniyetin fazla gelişmesi milli kültürü bozar. Milli kültürü bozulmuş olan milletlere dejenere milletler denir.
Tarih bize yozlaşmış milletlerin sağlam ve köklü kültüre sahip, fakat medeniyetçe zayıf milletlerle mücadelelerinde başarılı olamadıklarını göstermektedir. İslâm düşünürü İbn Haldun da benzer bir görüşü benimsemiş ve asabiyeti güçlü fakat medeniyeti zayıf bedevilerin (çöl halkı, göçebe), medeniyetçe ileri fakat asabiyet bakımından fakir olan hadarîleri (şehir halkı) yendiklerini ifade etmiştir.
Kültürün maddi ve manevi unsurları vardır.
Maddî kültür, insan eliyle yapılan alet, eserler ve el emeği yeteneğinin hammaddeyi işlemesiyle oluşur. Maddî kültür teknik ve fizikî değerleri içine alır, ancak doğal olanları değil, insan eliyle yapılmış olanları kapsar.
Maddî kültür unsurları arasında dikkat çeken en önemli şey teknolojidir. Teknoloji, bilginin pratik amaçla organize edilmesi veya daha değişik bir anlatımla, bilginin pratiğe aktarılmasıdır. Değişim, gelişim ve süreklilik teknolojinin en önemli özelliğidir.
Manevî kültür unsurları arasında din, dil, ahlâk, hukuk, estetik, eğitim, örf, âdet ve sosyal kurumlar yer alır. İnsanın sosyal ve psikolojik ihtiyaçları, kültürün manevî unsurları ile karşılanır. Bir kültürün özünü ve temelini bunlar oluşturur. Bir milletin hayat telâkkisi; siyasî, hukukî, iktisadî, ahlâkî, estetik vb. anlayışları ve müesseseleri onun manevî kültürü içinde yer alır.
Manevî kültür unsurlarının en önemlisi dildir. Her dil, anlamı olan kelimelerden oluşur. Anlam ise maddî olmayıp zihnî ve fikrî bir ürün, yani manevî bir değerdir. Dil insanların birbirleri ile iletişimine ve sonraki kuşaklara bilgi birikimini aktarabilmesine imkân sağlar.
Medeniyetler değer yargılarına ve önem verdikleri unsurlara göre türlere ayrılır. Örneğin Batı medeniyetinde teknik, Yunanda sanat ve felsefe, İslam medeniyetinde ise Tevhid inancı ve ahlaki değerler ön plandadır. Bir yazar İslâm medeniyetinin diğer medeniyetler arasındaki konumunu açıklarken medeniyetleri materyalist, akılcı ve mistik medeniyetler olarak üçe ayırmıştır. Batı medeniyeti materyalist, eski Yunan medeniyeti akılcı, Hint medeniyeti de mistik medeniyete örnek olarak verilmiştir. İşte bu üç tür medeniyetin karşısına vahye dayalı medeniyet olarak İslâm medeniyeti konulmuştur.
Kültür öğrenilmiş davranışlar topluluğudur.
Büyük İslâm düşünürü İbn Haldun, ihtiyaçları zarurî/tabiî, hâcî ve kemâlî/tahsinî olmak üzere üçe ayırır. Ona göre ihtiyaçların bu sıralama doğrultusunda (yani çok, orta ve az derecede) giderilmesi kültür ve medeniyetin doğuşunu hazırlayan ana mekanizmadır. Sadece zarurî (doğal) ihtiyaçlarını karşılayan bir toplumda ne ilim ne sanat olur. İlimler ve sanatlar, son iki merhale içinde gelişme imkânı bulur ve medeniyet böylece ortaya çıkar.
Bir medeniyetin doğuşunda ve yayılışında temel unsur insandır. İnsanın bulunmadığı yerde kültür ve medeniyetten söz edilemez. İnsan, belli bir coğrafî çevrede yaşayan ve her an tabiî ve sosyal etkilere açık olan bir varlıktır. Bundan dolayı bir medeniyetin doğuşunda insan, toplum ve coğrafî çevrenin rolü görülür
Kültür ve medeniyet konuları ile uğraşan bilim adamlarının üzerinde çalıştıkları başka bir konu da medeniyetin doğuşu, gelişmesi ve yayılması meselesidir. Medeniyetin doğuşuyla ilgili çeşitli tartışmalar yapılmış ve sonunda bazı teoriler ortaya çıkmıştır. Bunlar arasında en çok benimsenen iki görüş, Gelişme ve Yayılma teorileridir.
Gelişme Teorisi, evrimci bir yaklaşımla oluşturulmuştur. Biyolojik evrimin kültüre uygulanmasını ifade eder. Bu teoriye göre medeniyet, vahşet devirlerinden günümüze kadar sürekli bir ilerleme gösteren insan kültürünün eseridir.
Yayılma teorisi ise kültür ve medeniyetlerde gördüğümüz gelişmenin kökenini ve asıl sebeplerini kültür temaslarında ve bunun sonucunda alınan kültür unsurlarında arar. Bu görüşü benimseyenlere göre insan, yeni bir şey keşif ve icad etmekten çok taklit etmeye eğilimlidir. Medeniyet, belirli bir bölgede, belli bir dönemde ve belli bir toplumda bir kere ortaya çıkınca oradan komşu toplumlara ve giderek dünyaya yayılır. Tıpkı suya atılan bir taşın sebep olduğu halkaların genişleyerek dağılıp yayılması gibi.
İslâm dini, VII. yüzyılda yayılmaya başladıktan kısa bir süre sonra Çin’den Fas’a kadar çok geniş bir coğrafyada inananlar buldu. Müslüman olan milletler hızla İslâm inancını benimsedirler. Tevhid akidesini özümsediler. İslâm ahlâkı onların ferdî hayatlarına ve sosyal ilişkilerine yön vermeye başladı. Bu yeni dinin etkisiyle kültürleri değişikliğe uğradı. Özünde İslâm dininin yer aldığı yeni bir medeniyet dairesi oluştu. İslâmiyet’in en önemli özelliklerinden biri, ulaştığı insan ve toplumları işte böyle bir dönüşüme uğratması oldu. Müslüman milletlerin dinî ve kültürel varlıklarının belirleyici unsurları olan ortak değerler dönüşümde etkili oldu. Böylece kaynağını İslâm’dan alan yeni bir medeniyet doğdu.
Günümüzde İslâm coğrafyası dikkate alınacak olursa bölge, ırk, soy, sosyal ve kültürel farklılıklar ne olursa olsun
Müslümanlar arasında hâlâ bu ortak değerlerin etkili bir şekilde varlıklarını sürdürdükleri görülür. Her medeniyet gibi İslâm medeniyeti de tarih sahnesine çıkarken kendi dışındaki birikimleri miras olarak aldı. Fakat kısa süre içinde her alanda kendi özgün formlarını üretmeyi de başardı.
İslâm medeniyeti, İslâm dinini kabul eden milletlerin el birliği ile meydana getirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Ancak bu medeniyetin kuruluş ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük payları olduğu bir gerçektir. İslâm medeniyetinin günümüz Batı medeniyetine etkileri de unutulmamalıdır. Bodley’in (1546-1613) “Rönesans’ı İslâmiyet’e borçluyuz” sözü, bu gerçeği dile getirmektedir.
İslâm medeniyetinin özü: İslâm medeniyetinin özünün İslâm olduğu yahut İslâm’ın esasının Tevhid, yani Allah’ın her şeyin tek, mutlak ve üstün yaratıcısı olduğu konusunda hiç şüphe yoktur.