İslâm dininin takipçileri olan Müslümanlar, Hz. Muhammed’in vefatından sonra siyasi, dinî ve fikrî konularda ayrılığa düştüler. Bu ayrılıklar hicri 30’lu yıllardan itibaren çeşitli cemaatleşme ve hizipleşmelere yol açtı. Bunlardan bir kısmı ileriki yıllarda daha geniş topluluklara hitap eder oldular ve kurumsallaştılar. Her oluşumun kendine mahsus farklı yorumları, birer inanç halini aldı.
Mezhepler tarihi, konularını işlerken mezhep ve akımların doğup geliştikleri zaman ve mekânların koşullarını mutlaka göz önüne alır. Düşünceleri incelerken de dönemin hadiselerini dikkate almaksızın sonuca varmaktan kaçınır.
Mezhepler tarihinin en önemli amaçlarından birisi, tarih bilimleri asıl olarak geleceğe ışık tutmaktır. Bu açıdan bakıldığında Mezhepler Tarihi araştırmaları, mezhep ve dinî grupların tarihte bıraktıkları olumlu ya da olumsuz izleri görünür kılarak bugün ve geleceğimiz açısından önemli dersleri toplumun ve bilhassa yetkili kişilerin önlerine koymaktadır.
Kelamcılara lazım olan bilgilerin sıhhatli kaynaklardan ve doğru biçimde elde edilmesi Dinler ve Mezhepler Tarihi araştırmalarıyla mümkündür. Dolayısıyla, bu alanlar arasında yakın bir ilişki söz konusudur. İslam Mezhepleri tarihinin yakın ilişki içinde bulunduğu diğer alanlar şunlardır: Dinler Tarihi, Din Fenomenolojisi, Din Sosyolojisi ve İslam Tarihi.
Arapça kelimelerden sadece fırka terimi somut bir sosyal oluşumu nitelemekte, makâle, nıhle ve mezheb terimleri ise fikir ve düşünceleri ifade etmektedir. Türkçe’de durum biraz farklıdır. Dilimizde yaygın olarak kullanılan mezhep sözcüğü hem sosyal oluşumu hem de bu oluşumun düşünce ve pratiklerini birlikte tanımlamaktadır. İslâm Mezhepleri Tarihi adında yer alan mezhep kelimesi, söz konusu iki yönüyle anlaşılmaktadır.
Tarihi gelişim süreci içinde edebiyata ilişkin dönemler; Oluşum Dönemi, Gelişim Dönemi, Duraklama ve Taklit Dönemi, Yakın Dönemdeki Gelişmeler gibi başlıklar altında ele alınmakta olup, bu dönemlere ilişkin başlıca gelişmeler dikkatli bir şekilde okunarak kavranması gereken hususları içermektedir.
Tarihi vakıaların araştırılmasında ise genel tarih metodolojisi, tarih felsefesi ve bunların araştırma metot ve teknikleri İslâm Mezhepleri Tarihi için de geçerli metot ve tekniklerdir. Bu alandaki başlıca problemler şunlardır:
Mezhep Kavramı
Mezhep kelimesi “izlenen yol, gidilen yer” anlamına gelmektedir. Terim olarak ise mezhep, dinin anlaşılması ve algılanmasından, dinî farklılaşmadan kaynaklanan grupları ve bunların fikir ve pratiklerini, diğer bir ifadeyle, farklı fikir ve pratiklerin kurumsallaşmış halini ifade eder.
Din–Mezhep İlişkisi
Her dinin başlangıçta bir ana bünyesi bulunur. Bir peygamber yahut kurucu önder etrafında toplanan ve öncülük yapan çekirdek dindarlar topluluğunun tebliğ ve gayretleriyle ilk halka genişler. Topluluk bir topluma dönüşür. Sonra da bazen peygamber ve önderin sağlığında ama çoğu defa onların ölümünden sonra fikir ve amelde farklılaşmalar başlar, ilk ayrılıklar zuhur eder.
İslâm dininin doğuşu ve gelişiminde de aynı sosyolojik seyir izlenmiştir. İslâm’ın peygamberi olan Hz. Muhammed hayatta iken itikadî, sosyal ve siyasî bir ayrılık baş göstermemiştir. Kur’an’ın inmekte olması, Hz. Peygamber’in müminlerin arasında bulunması, bizzat onları irşat etmesi, dinî ve siyasî problemleri bizzat çözmesi, hayatın her sahasında müminlere önderlik etmesi, ayrılığa yol açacak ihtilafları önlemiştir. Müslümanlar arasındaki ciddi toplumsal ayrılıkların onun vefatından sonra ortaya çıktığı görülmektedir.
“Yetmiş üç fırka hadisi” diye meşhur olan rivayette Hz. Peygamber, geçmişte Yahudi ve Hıristiyanların yetmiş bir veya yetmiş iki fırkaya ayrıldığını, kendi ümmetinin ise yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan birinin cennete, diğerlerinin ise cehenneme gideceğini haber vermektedir. Cennetlik grubu fırka-i nâciye, yani ‘kurtuluşa eren grup’ olarak vasıflayan Hz. Peygamber, bu topluluk için “benim ve ashâbımın yolu üzerine olanlardır” demekte, rivayetin başka bir varyantında, bu grubun çoğunluğu ve bütünlüğü (cemâat) temsil ettiğini belirtmektedir.
Bu hadisin sahih olup olmadığı hakkında hadis ve kelam âlimlerince birçok değerlendirme yapılmıştır. Yetmiş üç sayısını hakikat olarak anlayan ve mezhep sayılarını bu rakamla sabitlemeye çalışan yazarlar yanında, bu sayının kesretten kinaye olduğunu, yani çokluğu bildirdiğini belirten yazarlar da bulunmaktadır.
Yetmiş üç fırka hadisinin muhtevası hak mezhep anlayışını ister istemez ortaya çıkarmaktadır. Hakikati, yegâne doğru gerçekliği ifade eden hakkın karşısında, geçersizliği, temelsizliği, asılsızlığı ifade eden bâtıl yer almaktadır. Genellikle mezhepler kendilerinin ehl-i hak, kendilerinden olmayanların ise ehl-i bâtıl olduklarını ileri sürmüşlerdir.
Mezhepler Tarihi edebiyâtında benzer bir vasıflama, ehl-i istikâmet–ehl-i dalâlet karşıtlığında görülmektedir. İstikâmet doğru yolu; dalâlet ise doğru yoldan sapmayı, sapkınlığı anlatmaktadır. Doğru yol anlamınaki sırât-ı müstakîm, Kur’an kaynaklı önemli bir kavramdır.
Kendilerine ehl-i sünnet adını veren geniş Müslüman topluluklar, itikadî konularda kendi görüşlerini kabul etmeyen mezhep ve dinî gruplara “bid’atçılar’ anlamında ehl-i bid’at, ashâbü’l-bida’ ya da mübtedia adlarını uygun görmüşlerdir.
Ehl-i Hevâ ya da Ashâbü’l-Ehvâ adlandırması ise, sünnetin istikametinde gitmek yerine nefislerinin arzu ve isteklerini, yani hevâ ve heveslerini izleyen, böylece ilahi ve nebevi kaynaklardan uzaklaşarak beşeri fikir ve düşüncelere tabi olan, bid’atlara sarılan gruplar için kullanılmıştır. Diğer bir olumsuz kavram olan ehl-i furkat, mezhep ve grupların ayrılıkçı özelliklerini, fırkalaşma eğilimlerini öne çıkartmaktadır. Ehl-i Sünnet ifadesine eklenen cemaat kelimesi ve genel olarak ehl-i cemaat kavramı ise ayrılıkçılığı ve fırkalaşmayı değil, bütünleşmeyi, cemaat halinde birlik ve bereberlik içinde olmayı anlatmak istemektedir.
Bid’atçı, furkat ehli, ayrılıkçı, dalalet yollarında dolaşan, istikametten sapan, hevâ ve heveslerine tabi olan kesimler, genellikle İslâm dairesinden çıkartılmazlar. Başta Ehl-i Sünnet olmak üzere İslâm mezheplerinin birçoğu söz konusu toleranslı eğilimi benimsemiştir. Kendilerinden olmayan kesimler, onları cehenneme sürükleyecek hata ve günahlarına rağmen ümmet içerisinde değerlendirilirler. Allah’a, kitabına, peygamberine ve ahirete imanları, kıbleye dönerek namaz kılmanın farziyetine inanmaları, bu kesimleri ehl-i kıble yapmaktadır. “Ehl-i kıble’nin küfür ile suçlanmaması gerektiği” hükmü, önemli bir dinî kaide olarak kabul görmüştür.