İslâm toplumunun sınırları genişledikçe Müslümanlar yeni muhataplarla karşılaştı. Bu durum, Müslümanların karşılaştıkları problemlerin hem artmasına hem de içerik itibariyle farklılaşmasına yol açtı. Bu problemlere karşı gösterilen tepkiler farklı şekillerde gelişti; dinle ilgili konuların anlaşılmasında ve yorumlanmasında farklı yaklaşım tarzlarının ve tutumların doğmasına yol açtı. İşte bu yaklaşım tarzlarının belirli bir insan topluluğu tarafından benimsenmesi ve zamanla kurumsallaşması sonucunda mezhepler ortaya çıktı.
Psiko-sosyal faktörler temelde insanla ve insanın algılama biçimiyle ilişkili olan hususlardır. Mezhepler söz konusu olduğunda bu husus fazlasıyla önem taşımaktadır. Zira mezhepler, dinin insanlar tarafından anlaşılma biçimleri olup vahiy ve sünnetin yorumlanması ile gelişmişlerdir. İnsan faktörü devre dışı bırakıldığında mezheplerle ilgili sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek son derece güçtür.
Mezhepler açısından bakıldığında bu durum son derece anlamlıdır. Zira mezhepler, her ne kadar belirli bir insanın ve kurucunun görüşleri etrafında şekillense de, bir topluluk tarafından sahiplenildiği ölçüde var olabilmektedirler. Mezhepler bu sayede hayat bulur ve tarihsel gerçekliğe kavuşur. Taraftarı olmadığı takdirde ise tarih sahnesinden silinir. Dolayısıyla mezheplerin oluşum ve gelişim süreçlerinde insan hem bireysel hem de toplumsal olarak aktif rol üstlenmektedir.
Psiko-sosyal faktörlerle kastedilen tam da budur. Mezhepler, bireysel ve toplumsal bir kişilik olarak insanın, dini anlama ve yorumlama biçimlerinin zamanla kurumsallaşması üzerine kuruludur. Bu çerçevede, insanın tabiatı, onun Kur’an naslarını algılama ve yorumlama şekli, yine insan ürünü olan başka kültür ve medeniyetlerin etkisi ele alınacak ve söz konusu faktörlerin mezheplerin doğuşu ile ilgisi ortaya konulacaktır.
Her insan, düşünme ve yaşama biçimi olarak bir diğerinden farklıdır. İnsanın yapısının diğer insanlardan farklı ve kendine özgü olması, kendisi ve kendisi dışındaki dünyayla ilgili algılama biçimlerini doğrudan etkilemektedir. Din söz konusu olduğunda bu değişkenlik daha da belirgin hale gelmektedir.
Mezheplerin doğuşuna yol açan farklılaşmalar zaman zaman nassların yorumu konusundaki görüş ayrılıklarından beslenmiştir. Nasslardan kast edilen Kur’an ayetleri ve hadislerdir. Nassların mezheplerin ortaya çıkışı ve gelişim süreçleri açısından çok yönlü etkileri olmuştur. Nasslar kimi zaman görüş ayrılıklarının doğrudan sebebi olurken, kimi zaman da nasslardan bağımsız olarak oluşan yaklaşım tarzlarının temellendirilmesinde kullanılmışlardır.
İslâm dini, Arap Yarımadası’nda doğdu. Arap Yarımadası, Asya, Afrika ve Avrupa’nın kesiştiği önemli bir kavşak noktasıdır. Doğu’da Basra ve Umman körfezlerine, güneyde Hint Okyanusu’na ve batıda Kızıldeniz’e kıyısı olup, üç tarafı denizlerle çevrilidir. İklim koşullarının elverişsiz olması bölgede tek ve hâkim bir uygarlığın oluşmasına engel teşkil etmiştir.
Buna karşın Arap Yarımadası’nın Uzak Doğu, Afrika ve Akdeniz ülkeleri arasındaki ticaret yolu üzerinde köprü görevi görmesi, bölgeyi çok sayıda kültür ve medeniyetin etkisine açık hale getirmiştir. Emevîler ve Abbasîler zamanında İslâm coğrafyasının sınırları daha da genişledi. Bu durum, Müslümanların muhatap olduğu kültür ve medeniyetlerin çoğalmasına yol açtığı gibi, birebir etkileşimlere de sebebiyet verdi.
Başta Yunan medeniyeti olmak üzere çeşitli felsefi gelenekler de İslâm düşüncesine ve mezheplerin doğuşuna etkide bulundu. Emevîler döneminde başlayan ve Abbasîler döneminde artarak devam eden tercüme faaliyetleri ile söz konusu medeniyetlere ait felsefi birikim İslâm dünyasına aktarıldı. Bu durum, alemin yaratılması, Allah’ın sıfatları gibi konulardaki mevcut tartışmalara etkide bulunduğu gibi yeni konuların da İslâm düşüncesine taşınmasını beraberinde getirdi. Mutezile bu tartışmaların en fazla içinde olan mezhep olarak karşımıza çıkmaktadır.
İslâm, yirmi üç yıllık bir zaman diliminde Hz. Muhammed’e inen vahiyler çerçevesinde toplumsal ve tarihsel olaylarla irtibatlı olarak tesis edilmiş bir dindir. Vahyin temel amacı, insanın yaratıcı yeteneklerini aktif hale getirerek bir İslâm toplumu oluşturabilmektir.
Nitekim bu Hz. Peygamber döneminde önemli ölçüde başarılmış ve vahiy ekseninde yepyeni bir toplumun temelleri atılmıştır. Bu noktada kabîle asabiyeti gibi Cahiliyye döneminden kalma pek çok adet terkedildi ve kabilesel farklılıkların tevhid ve din potasında eritildiği yeni bir süreç başladı. Hz. Muhammed hayattayken bu süreç, küçük bir iki husus dışında sekteye uğramadan devam ettirildi.
Dört Halîfe döneminde yaşanan bu çeşit anlaşmazlık ve gerilimler, daha sonraki süreçte siyasi ve itikadi mezheplerin doğuşuna ve gelişim süreçlerine doğrudan tesir etti. İlk ortaya çıkan farklılaşmaların genelde siyasi temelli olması, sosyo-politik gelişmelerin mezheplerin doğuşundaki rolünü teyit etmektedir.
Hz. Muhammed hem dini bir önderdi hem de İslâm toplumunun devlet başkanıydı. O ölümünden önce kimin devlet başkanı olacağına ilişkin doğrudan bir değerlendirmede bulunmadı. Hastalığı sırasında Hz. Ebû Bekir’i namaz kıldırmakla görevlendirmiş olması istisna tutulacak olursa, herhangi birini yerine tayin etmedi. Bu yüzden Müslümanlar onun ölümünün şokunu üzerlerinden atamadan devlet başkanının bir an önce belirlenmesi için girişimlerde bulundular.
İslâm sınırları Hz. Osman’ın idaresinin ilk döneminde en ileri noktasına kadar genişleyerek, büyük devletlerin kapısına kadar dayandı. Bu aşamadan itibaren fetihler hız kesti ve ele geçirilen bölgelerin kalıcı olarak İslâm toprakları haline getirilmesi dışında yapılabilecek fazla bir şey kalmadı. Bu amaçla fethedilen bölgelere yeni valiler atandı. Bu süreç bir içe kapanma niteliği taşımaktaydı ve halîfenin icraatlarının sorgulandığı yeni ve sıkıntılı bir döneme kapı araladı.
Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yılı oldukça sıkıntılı geçti. İslâm toplumunun kalbinde derin yaraların oluşmasına yol açtı. Ümeyye Oğulları’ndan olan Hz. Osman’ın devlet görevlerinde ve vali atamalarında kendi akrabalarını tercih etmesi, kökleri İslâm öncesine kadar geriye giden Ümeyyeoğulları-Haşimoğulları çekişmesini ve rekabetini tetikledi ve kabile asabiyetinin yeniden müslümanların zihinlerinde yer bulmasına sebebiyet verdi.
Suriye’nin kuzeyinde Rakka şehri yakınlarındaki Sıffîn ovasında Muâviye’nin ve Hz. Ali’nin ordusu arasında şiddetli bir savaş gerçekleşti (37/657). Muâviye ordusu bozguna uğramak üzereyken, Muâviye’nin danışmanı Amr b. el-As’ın önerisiyle mızrakların uçlarına Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu sahifeler takılarak, savaşın durdurulması ve Kur’an’ın hakemliğine başvurulması talep edildi. Hz. Ali olayın bir hile ve aldatmaca olduğunun farkındaydı. Galibiyetin eşiğinde olan ama bu hileden oldukça etkilenen askerlerine bu gerçeği anlatmaya çalıştı. Ancak başaramadı. Zira taraftarlarının arasında bedevi Araplar, sıradan halk ve bu arada hafızlar çoğunluktaydı. Onlar Muâviye’nin bu girişimi karşısında Kur’an’ın hakemliği fikrine destek verdiler ve liderleri Hz. Ali’yi de buna uymaya çağırdılar. O da ordusu içerisinde bir anlaşmazlığa ve ayrılığa fırsat vermemek için yaşananları kabullenmek durumunda kaldı ve hakem tayinine razı oldu.
Hz. Ali’nin hakemi olarak Ebû Mûsâ el-Eşarî seçilirken, Amr b. el-As da Muâviye’nin hakemi oldu. Her iki hakem bir araya geldiler ve Hz. Osman’ın katillerinin bulunup derhal cezalandırılması ve bunun da şura yoluyla gerçekleştirilmesi konusunda anlaştılar. Bu kabul, Hz. Ali ile Muâviye’nin ilk etapta görevlerinden alınmalarını ve şura yoluyla alınacak karara uymalarını gerektiriyordu.
Hz. Ali’nin hakemi olan Ebû Mûsâ el-Eşarî, antlaşmayı herkesin huzurunda dile getirdi. Ondan sonra söz alan Amr b. el-As ise antlaşma metnine sadık kalmayarak, Hz. Ali’yi görevden alıp yerine Muâviye’yi getirdiğini söyledi. Bunun üzerine ortalık yeniden karıştı. Bir sonuca varılmadan olay neticelendi.”