Tarih düşüncesi tarihte olan olayları sebep-sonuç ilişkileri içerisinde aklî olarak açıklamayı hedefler. Tarihi hadiseleri tesadüfî olaylar akışı yerine rasyonel bir şekilde açıklamaya çalışır. Siyasi örgütlenmelerin ortaya çıkışını, tarihteki büyük değişikliklerin ortaya çıkışını, devletler ile medeniyetlerin nasıl ve niçin yükselip düştüklerini, farklı yaşam biçimlerini, bunların devletin gücüyle ilişkisini, üretim biçimlerini, toplumda adalet ve mutluluğun nasıl gerçekleşeceğini açıklamaya çalışır.
Birûni
İslâm’da tarih düşüncesinin önemli isimleri arasında saymamız gereken ilk kişi Ebü’r-Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnîdir (ö. 453/1061 [?]). Kendisi Astronomi, matematik, fizik, tıp, coğrafya, tarih ve dinler tarihi başta olmak üzere çeşitli alanlarda önemli eserler vermiştir. Bîrûnî, Ebû Bekir er-Râzî’nin klinik gözlem ve deneye dayalı tecrübî yaklaşımını kendisine daha yakın bulmuştur. Birunî’nin gözlem, deney ve ilmi objektifliğe verdiği önem onun tarih anlayışında da etkili olmuştur.
Kendisi Hârizmce, Soğdca, Arapça, Farsça, Grekçe, İbranî’ce, Süryânîce ve Sanskritçe bilmekteydi. Yaşam tecrübesi bakımından Bîrûnî’nin Hindistan’la, diğer din ve kültürlerle ilgisi de önemlidir. Bîrûnî çok çeşitli dinler ve felsefelerle mukayeseli olarak uğraşmıştır. Grek, İran ve Hint kültürlerinin belli başlı klasiklerini derinden incelemiş ve çeşitli pozitif bilim dallarında çağının standartlarının çok üstünde bir bilgi seviyesine ulaşmıştır.
Bîrûnî el-Âsârü’l-bâkiye ani’l-kurûni’l-hâliye isimli eserinde geçmiş olayları sadece bir kronoloji biçiminde değil, toplum yapıları, dinsel inançlar ve uygarlık açısından da inceler. Yine Gazneli Mahmud’un seferi sırasında yazdığı Tahkîk mâ li’1-Hind adlı eserinde bambaşka bir dinî atmosferi ve kültür âlemini tanıma gayreti içine girmiştir. Eser antropolojik bir yaklaşıma sahip olup açık seçik bir yöntemi vardır. Grek dini ve felsefeleri, Hristiyan mezhepleri, Maniheizm ve Hinduizm arasında mukayeseler yapar ve ilmî objektifliğini sürekli korur.
Bîrûnî tarihsel olayları birleştirerek yorumlamış, sentezlemiş ve aktarılan tarihsel bilginin bizzat kendisini eleştirmiştir. Farklı kaynaklardan gelen haberleri birbirleriyle mukayese ederek yanlış olanı tespit etmiştir.
Bîrûnî haberleri kendi dönemindeki akıl ve bilimin verileri çerçevesinde inceler. İbn Haldun’u önceleyecek bir şekilde, evrende belirli yasaların bulunduğuna inanır.
Hint medeniyetinin düşüşünü gören Bîrûnî milletlerin ve medeniyetlerin yükseliş ve düşüş sürecini analiz eder. Ona göre bu süreç bir düzen içerisinde olur. Tarih yasalar çerçevesinde döngüsel olarak işler. İnsanlarda olduğu gibi milletlerin de başına yokoluşa benzer haller gelir. Durum böylece devam eder. Bîrûnî’ye göre tüm milletler için bu yükseliş ve düşüş süreci döngüseldir.
Bîrûnî’nin tarih düşüncesinin köşe taşlarını özetleyecek olursak:
1. Bîrûnî geleneksel rivayetçi tarih anlayışından farklılaşarak tarihi aklî bir birikim ve çerçeve içinde anlar.
2. Tarihsel rivayetleri eleştirmeyi metodik olarak kullanır.
3. Birikimin arka planı olarak İslâm kültüründen, Hint medeniyetinden, Yunan Felsefe geleneğinden ve bunların İslâm dünyasındaki temsilcisi olan Farabi’den istifade etmiştir.
4. Yöntem olarak mukayeseli tarih anlayışını kullanır. Mukayese sürecinde gözlemlerine başvurur.
İbn Miskeveyh
Tarih, felsefe, matematik ve tıp alanlarında eser vermiştir. Ahlâk felsefesinde öncü olup kendisinden sonraki Müslüman ahlâkçıları etkilemiştir.
İbn Miskeveyh’e göre tarih sadece rivayetleri nakletmek değildir. Aynı zamanda yorumdur. Tarihçi sadece olayların tasviriyle yetinmemeli; lakin felsefi bir görüşle, onları hali hazırdaki sebepleri olan beşeri menfaatler çerçevesinde yorumlamalıdır. Tarih sadece durağan ve birbirlerinden koparılmış olayların kaydedilmesi ve toplanılması değildir. O doğadan farklı olarak insanın aklının, ruhunun ve medeni ve kültürel birikiminin de devrede olması sebebiyle dinamik bir süreçtir.
İbn Miskeveyh’e göre tabiatta olduğu gibi tarihte de tesadüfe yer yoktur (Bedevi, 1990, s. 97). Tarihteki olaylar belli sebep-sonuç ilişkileri içerisinde anlaşılıp açıklanabilir. Tarih milletlerin sebepler zincirine dayanan belgesidir. Bir belge yorumlanırken devrin ahlâk, iktisat ve toplum psikolojisiyle ilişkileri kurulmalıdır. Tarihî olaylar birbirinin benzeri olarak tekerrür eder; benzer sebepler benzer sonuçlar doğurur. Ancak bu görüş, İbn Miskeveyh’in determinist bir tarih anlayışı sergilediği anlamına gelmez.
Ona göre tarih, esas anlamını insan zihninden aldığı için insan zihninin gelişimine ve değişimine paralel biçimde değişken ve hareketlidir. İbn Miskeveyh’in tarih yazımı ile ilgili önemli bir dipnot da şudur: Tecâribü’l-ümem’de Hz. Muhammed dâhil hiçbir peygamberin tarihine yer vermez.
İbn Haldun
İbn Haldun 1 Ramazan 732’de (27 Mayıs 1332) Tunus’ta doğdu.
Yetiştiği siyasî ve içtimaî ortam İbn Haldun’un ilmî kişiliğinin oluşması bakımından büyük önem taşır. Devletin en üst kademelerinde bulunma hırsı takibata uğramasına, sürgün ve hapsedilmesine sebep olmuştur. Sıkıntılı bazı dönemleri olmakla birlikte çoğunlukla saray ve konaklarda refah içinde itibarlı bir hayat sürmüştür. Diğer taraftan sık sık kabileler arasında gözlemlerde bulunarak bedevî kabile hayatını yakından tanımıştır. Ünlü Mukaddime’sini, tarih düşüncesine dair görüşlerini ve umran ilmini böyle bir bilgi ve deney birikimiyle yazmıştır.
İbn Haldun’un tarih anlayışının, “zahirî görünüşü itibariyle eski zamanlardan, devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen olaylardan haber vermekten daha fazla bir şey” olmadığını söylediği klasik tarih anlayışından farklılaştığını dikkatle vurgulamamız gerekmektedir. Onun gözünde tarih ilmi, sadece olayların kaydedilip aktarılmasından ve rivayet edilmesinden ibaret olmayıp, artık teorik ve kavramsal bir çalışmaya dönüşmüştür.
İbn Haldun’a göre tarih, sadece geçmiş zaman içerisinde olan olayların dış görünüşleriyle tasvir edip anlatmak olmamalıdır. Hâlbuki tarih aynı zamanda, iç sebepleri bakımından “tarih; düşünmek, hakikati araştırmak ve olayların sebeplerini bulup ortaya çıkarmaktır. Olan şeylerin ilkeleri incedir, hadiselerin keyfiyet ve sebepleri hakkındaki bilgi derindir. İşte bunun için tarih asil ve hikmette soylu bir ilimdir.
İbn Haldun’un yeni oluşturduğu tarih anlayışı taklitçi ve asalak tarihçiler diye betimlediği diğer bir grup tarihçiyi eleştirisinde de kendini gösterir. İbn Haldun’a göre “Ümranın bir takım tabiatları vardır. Haberlerin buna uygun olup olmadığı araştırılıp ayırt edilmelidir”.
Yeni tarih anlayışı ve buna bağlı olarak ümran ilmi rivayet aktarımı olmaktan ziyade aklî, hikemi yani felsefi bir disiplin olarak kurulmaktadır. Toplumun değişim doğasının bulunduğu ve bu değişim hallerinin bedevi-medeni, asabiyet, mülk, ümran gibi teorik kavramlar etrafında açıklanabileceği iddiası sergilenmektedir.
İbn Haldun Mukaddime isimli eserinde, her şeyden önce ümran olarak isimlendirdiği yeni bir ilim ve perspektif inşa eder. Ümran ilmi her ne kadar kelâm, fıkıh, siyaset felsefesi, İran nasihatname geleneği gibi farklı disiplinlerden istifade ederek oluşturulsa da, vurgulamalarından anlaşıldığı üzere temelde tarih disiplinin bir uzantısı şeklindedir.
Bu ilim, âlemin ümranından ibaret olan insan toplumunu ve ona tabiatı gereği arız olan halleri, bu hallerin zorunlu sonuçlarından ibaret olan tarihi ve tarihin hakikatini konu edinmektedir. Ümran ilminin amacı, insanları taklitten kurtarıp daha önce olmuş bitmiş olanla daha sonra olacak olanın anlaşılması konusunda bir bakış açısı kazandırmaktır.
Bu bilim toplumun zorunlu hallerini ele alır. Böylece insanın tarih içinde toplumsal varlık oluşunu ve toplumsal değişimi inceleme konusu yapar. İbn Haldûn’un “insanın alışkanlıklarının onun ikinci tabiatı olması” sözünde de işaret ettiği üzere, sosyal ve siyasî yapılara paralel olarak insan tabiatının da değişime uğradığını belirtir.
İbn Haldun iki tür varlık alanından bahseder. Birincisi unsurlar âlemidir. Bu alanı araştırmak fiziğin ve kısmende metafiziğin görevidir. İkincisi ise havadis yani olaylar âlemidir. Yani tarihte ve bugün ortaya çıkan topluluklar, insanların ihtiyaçlarını giderme yolları, siyasal yönetimler, bunların yükseliş ve düşüşleri, şehirler, şehirlerde üretilen zanaat ve sanatlar, ilimler ve benzeri bir çok konu havadis alemini oluşturmaktadır. İnsan akıl ve irade sahibi olması sebebiyle unsurlar âleminden ayrılır.
İnsanların birlikte yaşama özelliğinden asabiyet, mülk, devlet, bedevi ile şehirli yaşam, kazanç, geçim yolları, sanaatlar, ilimler gibi birçok olgu ortaya çıkar. İbn Haldun siyasal organisazyonların sona ermesiyle belli insan toplulukların meydana getirdiği ümranın yok olduğunu tespit eder. Ümran akıl ve irade varlığı insanın bir üretimi ve eseridir. Ümranın ahvalinin değişmesiyle tarihî-toplumsal varlık da değişime uğrar.
İbn Haldun ümran ilminin konusu olan tarihî-toplumsal alanını doğal varlık alanından tamamen ayrı olduğunun farkındadır. Bu ayrım birincisinin itibarî oluşundan kaynaklanır. Bu alanının asabiyet, mülk, güç gibi temel unsurları insanların kabullerine dayanmaktadır. Fakat insanların kabulleriyle ümranın halleri var olduktan sonra doğadaki varlıklar gibi sürekli geçerli hale gelirler. Geriye dönüş de mümkün değildir. Oluşan siyasi ve sosyal yapılar insanlara kendilerini zorunlu olarak kabul ettirirler. İnsanın doğal hali ve bu haldeki özgürlük ile sonradan kazanılmış tabiatlar ve bunların ortaya çıkarmış olduğu sınırlanmışlık arasında bir çatışma halinin bulunduğunu da İbn Haldun tespit eder.
Rivayetçi tarihçi ile umran ilmine sahip tarihçi arasında ayrım yapar:
İbn Haldun insanların hayvani bir yönünün bulunduğunu ve birbirlerine zarar verdiklerini, aralarında çatışma halinin bulunabildiğini, bundan dolayı da bir otoriteye ihtiyaç duyduklarını belirtir.
İbn Haldun göre İnsanların toplum halinde yaşam formları ise temelde bedevi (göçebe) ve hadarî (yerleşik şehirli) olmak üzere iki çeşittir. Onun ayırımının temelini insanların ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılama biçim ve yöntemleri oluşturur.
İbn Haldun fıkıh literatüründen de istifade ederek insanların ihtiyaçlarını üçe ayırır. Bunlar 1) zarurî, 2) hâcî ve 3) kemali ihtiyaçlardır.
İbn Haldun’un İhtiyaçlar Şeması yukarıdan aşağıya şu şekildedir;
Bedevî yaşam temelde tabiatın sunduğu imkânlara dayanır. Göçebeler doğanın verdikleri üzerinde hemen hemen hiçbir işlem yapmadan ihtiyaçlarını giderirler. İbn Haldun’a göre göçebelik insanların birlikte yaşama biçimlerinin ilk ve öncelikli şeklidir.
İbn Haldun’un en özgün katkılarından birisi insanların temel yaşam biçimleriyle onların karakterleri arasındaki ilişkiyi gözlemleyip kavramsallaştırmasıdır. Göçebelikle hayat mücadelesi çift yönlü olarak gerçekleşir: İlki yiyecek, içecek gibi insanın zorunlu biyolojik ihtiyaçlarının temini; ikincisi ise dış tehditler ile düşmanlardan korunma yani güvenlik.
İhtiyaçlarını karşılamalarına bağlı olarak oluşan yaşam şartlarının göçebelerde oluşturduğu temel özellikler şunlardır:
1. Özgürlüğe düşkünlük,
2. Güçlü asabiyet,
3. Doğal ve dayanıklı olmaları
4. İşlerini kendileri görmeleri,
5. Cesaret,
6. İyiliğe daha meyyal olmaları.
Şehirlilerin temel özellikleri ise şunlardır:
1. Bağımlılık ve sınırlanmışlık,
2. Zayıf asabiyet,
3. Rahat yaşama alışmışlık, kırılganlık ve tembellik
4. İş bölümü ve uzmanlık,
5. Korkaklık,
6. İyiliklere duyarsızlık.
Göçebeler sadece zorunlu ihtiyaçları düşünürken yerleşik kültüre geçenler, giyim için elbise, ikamet için ev gibi hacî ihtiyaçlara da yönelirler. Bu noktada üretkenliği arttırmak için iş bölümü zorunludur.
İbn Haldun şehirlere hâkim olan siyasal yönetim biçimlerinin de insanlar üzerinde kalıcı huy değişikliklerine neden olduğunu belirtir. İbn Haldun yöneticilerden kaynaklanan zulümleri ise istisna görür.
İbn Haldun insanları toplum halinde yaşayışlarını, devletlerin yükseliş ve düşüşlerini dolayısıyla da tarihin oluşumunda açıklayıcı kavramlardan bir tanesi de asabiyettir. Asabiyet insanın kendi akrabalarına karşı duyduğu yakınlık ve bağlılıktır. İbn Haldun’a göre Yüce Allah bu dayanışma duygusu ve bağlılığı insanın fıtratına koymuştur.
İbn Haldun’a göre gerçek ve ilk asabiyet kan bağına dayanır. Fakat asabiyet itibari bir halle de gerçekleşebilir. Özellikle insan nüfusunun yoğun olduğu yerlerde durum böyledir. Ayrıca İbn Haldun asabiyeti kan bağı ile sınırlamaz. Asabiyetin sığınma, velayet ve sözleşme olmak üzere manevi olarak üretilebildiği kanaatindedir.
İbn Haldun’un asabiyetin etrafında ikinci kullandığı kavram kaynaşmadır. Asabiyet sadece neseple değil aynı zamanda kaynaşmayla da oluşur. Kaynaşma ise birlikte yaşama, beraber savunma, sürekli iletişim, beraber yetişme, ölüm ve hastalık gibi acıları paylaşmayla oluşur.
İbn Haldun göçebe toplulukların asabiyetlerinin güçlü olup siyasal ve ihtiyaçlarını temin etme bakımından sosyal yapıları bir kıvama geldiğinde doğal olarak “mülk” sahibi olmayı hedeflediklerini belirtir.
İbn Haldun’a göre tarihî-toplumsal varlık alanı aynı zamanda bir güç oluşturma ve güç talebi alanıdır. Toplum olarak yaşamak güce dayanır, güç de hâkimiyeti birlikte getirir. Hâkimiyet gücü arttırır, artan güç daha fazla hâkimiyet talep eder; bu durum şartlar ve zamanın imkân verdiği ölçüde sürer.
Ona göre mülkün ve iktidarın sürekliliği asabiyet ve gerekli ahlâkî özelliklerin hem sultanda hem de asabiyete mensup üyelerde gerçekleşmesi zorunludur.
Devlet ve mülkün sağladığı nimetlerle lüks ve rahat dönemi ortaya çıkar. Refah sayesinde nüfus ve asabiyette bir artış görüldüğü gibi kölelerin sayısında, sanatlarda ve akli ilimlerde bir artış olur.
İbn Haldun devletlerin yükseliş ve düşüş devirlerini tavırlar nazariyesi ile açıklar. Devletler yaşam süreçleri boyunca farklı tavır, dönem ve hallerden geçerler. İbn Haldun sebep-sonuç ilişkisi içerisinde tüm devletlerin bu hallerden geçtiğini bildirir.
İbn Haldun’un tavırlar (aşamalar) nazariyesi, onun tarihî-toplumsal varlık alanını nasıl kavradığının önemli bir misalini teşkil etmektedir.
1. Kuruluş ve zafer aşaması: Buna göre bir devletin kuruluş devri onun ilk aşamasını ifade eder.
2. Gücün şahsileşmesi dönemi: Bu süreçte iktidar tek bir kişinin veya ailenin elinde toplanır.
3. İmar dönemi: Bu aşamada siyasi istikrar sağlanır. Vergiler düzenli olarak toplanır. Asker sınıfına ve ülkenin imarına odaklanılır. Yönetimde görev alanlar büyük bağış ve hediyelerle mükâfatlandırılır. İnsanlar servet edinmeye başlar. Ülkede yüksek binalar ve prestijli yapılar yapılmaya başlar.
4. Sulh ve istikrar dönemi: Bu dönemde atalardan devralınan gelenek ve kurumlar muhafaza edilmeye çalışılır. Gelenek ve kurumların ortaya çıkaran sebepler ve hedeflenen amaçlar unutulur.
5. Çözülme ve yokoluş devresi: İktidarı elinde tutanlar keyfîlik bataklığına saplanırlar. Hükümdar kendi ve çevresinin zevklerini tatmin etmek için hazineyi tamamen tüketir. Hem siyasal yapı hem de sosyal yapı tamamen kokuşur. Asabiyet tamamen ortadan kalkar. Ahlaki yapılar tükenir.
İbn Haldun, muhtemelen zamanın yaygın anlayışına uygun olarak, doğuşları ve devamlılıklarının sürdürülebilmesi bakımından ilimleri bir tür sanat olarak kabul eder. İlimlerin neşet edebilmesi, gelişip ilerleyebilmesi ise ancak ümranın büyümesi ile mümkündür.
İbn Haldun’un felsefe ile açıklamalarına gelince Mukaddime’nin iki ayrı yerinde ayrı başlıklar altında aklî ilimleri yani felsefeyi ele alır. Mukaddime’nin beşinci bölümünün on üçüncü kısmında, kelâm ve tasavvuftan sonra insanın ilmi çalışmalarının bir parçası olarak felsefeyi ele alır. İnsanın düşünce gücüne sahip olması sebebiyle aklî ilimlere sahip olmasının son derece doğal olduğunu ve onların bütün insanlar için ortak olduğunu belirtir. Felsefe ve hikmet olarak isimlendirilen aklî ilimler evrenseldir ve ümranın başlangıcından beri bu ilimler vardırlar.
İbn Haldun Meşşâî filozofların taksimini takip ederek, felsefi ilimleri dört ana kısma ayırır.
1. İlki akıl yürütme ile bilinenlerden bilinmeyenleri çıkarırken zihni yanlış yapmaktan koruyan mantık ilmidir.
2. İbn Haldun aklî ilimlerden ikinci olarak fizik bilimlerini zikreder.
3. Düşünürümüz üçüncü olarak duyu ötesi manevî hususları inceleyen disiplini, ilm-i ilâhi, ilahiyat şeklinde isimlendirir.
4. Son olarak andığı ise nicelikleri kendisine konu edinen matematik ilimlerdir.
İbn Haldun daha sonra felsefenin İslâm öncesi tarihsel serüvenini özetler. İbn Haldun’un gözüyle felsefeye en çok fazla değer veren İslâm öncesi iki millet İranlılar ve Yunanlılar idi. İbn Haldun, Yunan ve İran öncesi ilim ve düşüncenin çizgisini Süryaniler ve çağdaşları Kıptîler ve sonrada Keldanîler (Babilliler) şeklinde belirtir.
İbn Haldun’a göre Müslümanların dinin ilk çıkışında basit ve sade bir yaşantıları vardı ve ilimlerle sanatların öneminin farkında değillerdi. Gerçekleştirdikleri fetihler sonucu İran ve Rum beldelerini hâkimiyetleri altına alıp zenginleşmişler ve mülklerini güçlendirmişlerdi. Saltanatları ve hanedanlıkları yavaş yavaş yerleşip, en üstün düzeyde medeniyetten paylarını alınca ilim ve sanatların çok çeşitli şubelerini gerçekleştirdiler. Böylece felsefî ilimleri de iyice öğrenmeyi arzu ettiler. Fakat İbn Haldun büyük ölçekli devletlerin var oluşlarını devam ettirmesinde aklî ilimlerin önemini pek vurgulamaz.