Bilindiği gibi sözün olduğu yerde açıklama, anlama ve yorumlama faaliyeti kendiliğinden bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmaktadır. Bu türden bir faaliyet Tevrat ve İncil gibi önceki kutsal metinler için de söz konusudur. Bu ilâhî kitapların sonuncusu olan Kur’ân da tabiatıyla bu anlamda bir faaliyete ihtiyaç duymaktadır. Onun metnine yönelik tefsîr faaliyeti de hiç kuşkusuz Hz. Peygamber (sav)’le başlamıştır.
Resûlullah (sav)’a gelen vahiyler çoğu zaman ashab tarafından anlaşıldığı için hiçbir açıklamayı gerektirmezdi. Böylesi durumlarda o, inen âyetleri tebliğ etmekle yetinirdi. Ancak bazen de bunun tersi olur, açıklama zarureti doğardı. O zaman da genellikle Hz. Peygamber (sav) ihtiyaç duyulduğu kadar tefsîr ederdi. Meselâ Yüce Allah namazı, orucu, haccı, zekâtı farz kılmış; ancak bunların nasıl yapılacağını, şartlarını, miktarlarını, mânilerini açıklama işini sünnete bırakmıştır. Ayrıca avlanma, hayvanları boğazlama, nikâh, talak vb. birtakım hususlar aynı şekilde sünnetle açıklanmıştır. İşte sünnet, Kur’ân’ ı açıklamaya yönelik bu görevi gelişigüzel değil belli bir şekil ve usüllerle gerçekleştirmiştir.
Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılmayacak derecede kapalı olan âyet demektir. Bunların bir kısmı Yüce Allah, bir kısmı da Hz. Peygamber (sav) tarafından açıklanmıştır. Allah Resûlü (sav)’nün açıkladığı nasların başında ahkâm, gayb, yaratılış, kader, kıyâmet vb. konuları içeren âyetler gelmektedir.
Mübhem genel anlamıyla birr belirsizliği ve anlamdaki karmaşayı tanımlamaktadır. Bu açıdan dini kurallarda bir müphemlik olduğunda sahabelerin rivayetleri temel alınmaktadır.
Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime ya da niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Dolayısıyla mutlakın takyîd edilerek belirgin hale getirilmesi de kaçınılmazdır. Böylesi durumlarda da bazen Kur’ân, Allah Resûlü’ünün sünnetiyle takyîd edilmiştir.
Müşkil, sözlük anlamı olarak karmaşıklığı tanımlamaktadır. Tefsir açısından ise kuranda birbirinin zıddı gibi gözüken ayetler arasında bağlantı kurmayı tanımlamaktadır. Bu açıdan birbiri ile çelişkili gibi gözüken ayetler Hz. Peygamber (sav) tarafından yorumlanmaktadır. Örneğin Kuran’da cehenneme girmeyecek kimse kalmayacak ayeti bulunmaktadır. Bu Ayet Hz. Peygamber (sav) tarafından yorumlanmış, inananların cehenneme gitse bile onlar için orada bir cennet oluşturulacağı açıklaması getirilmektedir.
Hz. Peygamber (sav)’in Kur’ân’a dair beyanlarının miktarı konusunda âlimler farklı görüşler ortaya atmışlardır. Onların bazısı Resûlullah (sav)’ın Kur’ân’a yönelik izahlarının çerçeve itibariyle onun bir kısmını oluşturduğunu ileri sürmekte; bazısı da söz konusu beyânların, Kur’ân’ın tamamını içerdiğini iddia etmektedirler.
Kaynaklardan öğrendiğimize göre Peygamberimiz(sav)in Kur’ân’a yönelik tefsîri, onun bir kısmını içermektedir tezini ortaya atan ilk İslâm bilgini Gazâli’dir. Ondan sonra da Süyûtî bu görüşü savunmuştur. Hz. Peygamber (sav)’in Kur’ân’ın bir kısmını tefsîr ettiğini ileri süren bu bilginlerin dayandıkları delillerden bazıları şunlardır:
Bu yaklaşım temel olarak kuran gibi her asra hitap edecek bir kelamın ayrıntılı bir tefsirinin onun Hz.Peygamber Efendimiz (sav) tarafından yapılması gerektiği tezine dayanır. Bu konuda İbni Teymiye başı çeken düşünürlerdendir. İki yaklaşım da değerlendirildiğinde Peygamber Efendimiz (sav), Kuranın bütün ayetlerini tefsir etmemiştir. Sadecce karışıklığa yol açabilecek ayetleri tefsir etmiştir.
Peygamberimiz (sav) öncelikle anlam açısından karmaşık ayetlere bir açıklama getirmiştir. Bu duruma beyan denilmektedir. Ayrıca Peygamber Efendimiz (sav)’e Allah-u Teala (cc) tarafından hüküm koyma yetkisi verilmiştir. Bu açıdan Kuran’da belirgin olmayan durumlara Peygamberimiz (sav) kendi hüküm koyarak açıklamalar getirmektedir. Bu açıdan Sünnet ile Kuran’ın hükümleri arasında İslam bilginleri bir fark gözetmemişlerdir. Hz. Peygamber (sav)’in sünneti Kur’ân’dan sonra tefsîr için gerçek bir kaynaktır. Ancak sünnetin tefsîrdeki kullanımına da özen göstermek gerekmektedir. Çünkü sünnete karışmış zayıf ve uydurma rivayetlerin sayısı çoktur.
Sözlü nakil dönemi içinde yer alan bir tefsîr çeşidi de ashâbın şifâhî rivâyetleridir. Bu rivâyetler tefsîr tarihi açısından -Hz. Peygamber (sav)’in Kur’ân’a dair beyanlarından sonra- ikinci sırayı almaktadır. Çünkü sahâbîler Arap oldukları için Arap dilinin üslup ve inceliklerini, Arap örf ve âdetlerini iyi biliyorlardı. Eski medeniyetlerin ve felsefi akımların etkisinden oldukça uzak yaşadıklarından dolayı zihinleri berraktı. Aynı zamanda üstün bir idrâk gücüne ve sarsılmaz bir imana sahiptiler. Yaklaşık yirmi üç sene boyunca Kur’ân’ ın inişine bizzat şâhit olup, bu esnada meydana gelen olayları müşâhede etmişlerdi. Ayrıca Resûlullah (sav)’ın çeşitli vesilelerle yapmış olduğu açıklamaları dinleyerek nassların içsel anlamlarına ulaşabiliyorlardı. Bütün bunlar sahâbîlerin bir taraftan ilim ve imân yönünden belli bir olgunluğa erişmesini sağlıyor, diğer taraftan da Kur’ân nasslarını tefsîr etme konusunda kendilerine, Resûlullah’tan sonra en güvenilir nesil olma statüsü kazandırıyordu.
O dönemde bir kısım sahâbî Kur’ân âyetlerini yorumlama noktasında çok duyarlı hareket ederek, nassları kendi tercihleri doğrultusunda anlamlandırmayı ilâhî irâdeye müdâhele olarak telakki ediyor; bunun için de böyle bir müdâheleden uzak durmayı daha isabetli bir yol olarak görüyorlardı.
Bir kısım sahâbî de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihâdlarıyla Kur’ân’ı tefsîr etme cihetine gidiyordu. Bu durumdaki sahâbîler, herhangi bir âyeti tefsîr ederken öncelikle Kur’ân’a, sonra da Resûlullah’ın sünnetine başvuruyorlar; şayet aradıklarını bu iki kaynakta bulamazlarsa, o takdirde kendi içtihadlarıyla tefsîr ediyorlardı. İçtihadî tefsîrlerinde de genel olarak ya dil ya da din konusuna önem veriyorlardı. Çünkü Kur’ân, kendi ana dilleriyle nâzil olduğu için onun lafız ve terkiplerini ve bu terkiplerin inceliklerini iyi biliyorlardı. Bu bakımdan sahâbiler bir taraftan dil tahlilleriyle diğer taraftan da eski Arap şiiriyle istişhâdda bulunmak suretiyle Kur’ân’ı tefsîr etmişlerdi.
Sahâbîlerin yapmış olduğu tefsîrin genel özelliklerini şöylece sıralamak mümkündür:
Sahâbenin Tefsîrde Müracaat Ettiği Kaynaklar
Sahâbe Kur’ân’ı tefsîr ederken bazı yöntem ve kaynaklara başvurmuştur. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:
Tefsîrde temayüz etmiş sahâbiler arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah b. Abbâs, Abdullah b. Mes’ûd, Ubey b. Ka’b ve Ebû Musâ el-Eş’arî’nin isimleri zikredilmektedir. Ancak Kur’ân nasslarının yorumunu içeren rivâyetlerin sayısı ile tefsîr ilmine yaptıkları katkı bakımından söz konusu sahâbîler farklı konumlara sahiptirler. Sözgelimi tefsîrde rivâyetlerinin fazlalığı esas alınarak bir sıralama yapılacak olursa:
Abdullah b. Abbas (ra): İbn Abbâs hicretten üç yıl kadar önce Mekke’de doğmuştur. Annesi Hz. Hatice’den hemen sonra Müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübâbe’dir. Hz. Peygamber (sav)’e olan sevgi ve bağlılığı sebebiyle onun takdirini kazanmıştır.
Abdullah b. Mes’ûd (ra): Tesirde isminden en çok söz edilen diğer bir sahâbi de Abdullah b. Mes’ûd’dur. İbn Mes’ûd fakir bir ailenin çocuğu olduğu için İslâmiyet’ten önceki hayatı pek bilinmemektedir. Çocukluğunda Ukbe b. Ebî Muayt’ın sürülerine çobanlık yaptığı ve Müslüman olduktan sonra azılı bir İslâm düşmanı olan Ukbe’nin yanından ayrıldığı belirtilmektedir. Mekke’de diğer Müslümanlarla birlikte İbn Mes’ûd da müşriklerin eziyet ve işkencelerine mâruz kalmış ve bundan kurtulmak için Habeşistan’a hicret etmiştir. Hz. Peygamber (sav) zamanındaki bütün savaşlara katılan İbn Mes’ûd, Bedir’de savaştan bir önceki gece keşif yaparken yaralı olarak bulduğu Ebû Cehl’i öldürmüş, bu yüzden de Hz. Peygamber (sav) tarafından övülmüştür.
Ubeyy b. Ka’b (ra): Ebu’l-Münzir ve Ebu’t-Tufeyl künyesinin sahibi olan Ubey b. Ka’b Hazreç kabilesine mensup bir sahâbidir. Akabe biatına ve Bedir gazvesine iştirak etmiştir. Hz. Peygamber (sav) Medine’ye hicret ettiği zaman orada Allah Resûlü’ne ilk vahiy kâtipliği yapan zattır. Çoğunluğun kanaatine göre o, Hz. Ömer (ra)’in hilâfeti zamanında (30/650) vefat etmiştir.
Hz. Ali (ra): İslâmî kaynaklara göre hicretten yaklaşık 22 yıl önce (mîlâdî 600) Mekke’de dünyaya gelmiştir. Babası, Hz. Peygamber (sav)’in amcası Ebû Tâlib, annesi de Fâtıma bint Esed b. Hâşim’dir. Hz. Ali beş yaşından itibaren Peygamberimizin (sav) yanında büyümüş ve daha çocuk yaşta iken (9 veya 10) Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine iman etmiştir.
Tâbiîler, sahâbeden sonra tefsîrde önemli rol üstlenen bir nesildir. Hz. Peygamber (sav)’e ulaşamamış olmaları, onların bu ilme karşı olan şevklerini azaltmamıştır. Çünkü tâbiîler tefsîr konusunda Hz. Peygamber (sav)’den feyz alan sahâbîlerden faydalanmışlardır. Buda söz konusu nesli, daha sonrakilerle ashâb arasında bir köprü konumuna getirmiştir.
Çeşitli yörelere vazifeli olarak giden sahâbîler, İslâm’ın egemenliği altına giren bu beldelerde tedris (öğretim) halkaları kurmaya ve etraflarına topladıkları insanlara, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber (sav)’in sünnetini öğretmeye başladılar. Sahâbîlerin bu ilmî faaliyetleri sonucunda şehirlerde birçok ekol/mektep oluştu ki bu ekollerin öğretmenleri sahâbîler, öğrencileri de tâbiîlerdi. Bunlardan üç tanesi tefsîrde şöhrete ulaştı:
Mekke Tefsîr Mektebi: İlk tefsîr mektebi Mekke’de kurulmuştu. Kurucusu, Müslümanların tefsirde en büyük otorite kabul ettiği Abdullah b. Abbas’tı. Dini doğru anlaması ve Kur’ân’ın derin anlamına nüfûz edebilmesi için Hz. Peygamber (sav)’in duâsına mazhar olan İbn Abbas, Kur’ân konusundaki bilgisi sebebiyle Hz. Ömer tarafından da saygı görmüştü.
Medine Tefsîr Mektebi: Tâbiiler devrinde kurulan ikinci bir ekol/mektep Medine’de Ubey b. Ka’b’ın faaliyetiyle ortaya çıkmıştı. Bilindiği üzere Medine, Hz. Peygamber (sav)’in İslâm dinini yaymak üzere hicret ettiği ve bilhassa ahkâmla ilgili âyetlerin inişine sahne olan bir beldedir. Resûlullah’ın vefatından sonra da ashâbın uzun zaman ayrılmayıp bu mukaddes şehirde ikamet etmesi ve âlim sahâbîlerin sayı itibariyle diğer ilim merkezlerine nisbetle burada daha fazla bulunması, bu ekolün/mektebin değerini ortaya koymaktadır.
Kûfe Re’y Mektebi: Sözünü ettiğimiz mekteplerin üçüncüsü ise Abdullah b. Mes’ûd (ra) tarafından Kûfe’de kurulmuştu. Denildiğine göre küçük yaşlardan itibaren Hz. Peygamber(sav)’in yanından ayrılmayan ve onunla beraber bütün seferlere katılan İbn Mes’ûd, aynı zamanda Resûlullah(sav)’ın vahiy kâtiplerinden biriydi. Bu münasebetle Hz. Peygamber(sav)’in Kur’ân’a yönelik açıklamalarını daha fazla dinleme imkânını elde etmiş; böylece tefsîrde büyük bir ün kazanmıştı.
Nasıl ilk muhatap topluluk olan Ashâbın Kur’ân’a dair beyanlarının kendine özgü bir niteliği söz konusu ise, onlardan sonra gelen ve tefsîre büyük hizmetlerde bulunan tâbiûn tefsîrinin de kendine has bir takım özellikleri bulunmaktadır. Bunlar maddeler halinde şöyle sıralanabilir:
Tefsîr daha önce belirttiğimiz gibi tedvîn edilmeden yani yazıya geçirilmeden önce ashâb ve tâbiûn döneminde sözlü nakil yoluyla aktarılıyordu. Etbâu’ttâbiîn dönemine gelindiğinde ise tefsîr rivâyetleri artık yavaş yavaş bir araya toplanarak yazılmaya başlanmıştı. Bu, tefsîr açısından çok önemli bir adımdı. Çünkü sözlü olarak yapılan nakiller zamanla unutulabilir veya değiştirilebilir, eksiltme ve çoğaltma gibi durumlarla karşılaşılabilirdi. Oysa nakledilecek bilgiler yazıyla tespit edilip korunduğu zaman artık bu tür olumsuzluklar söz konusu değildir. Tefsîre dair birikim tedvin edilmesine edilmişti belki ama bu, 150 yıllık bir gecikmeyi de beraberinde getirmişti. Zira ilk iki nesil boyunca şifâhen nakledilen tefsîr rivâyetleri, ancak etbâu’t-tâbiîn döneminde yani hicrî ikinci asrın ikinci yarısında tedvin edilebilmişti.
Mukâtil b. Süleyman (et-Tefsîrü’l-kebîr): Belh şehrinde dünyaya gelen Mukâtil, Merv ve Bağdat’ta ilim tahsil etmiş, daha sonra da Basra’ya giderek ölünceye kadar (150/767) orada yaşamıştır. Selef âlimlerinden olan Ahmed b. Hanbel ve İmâm Şâfii Mukâtil’i tefsîr ilminde bir otorite kabul etmektedir.
Süfyânu’s-Sevrî (Tefsîrü’s-Sevrî): es-Sevrî, tebe-i tâbiînin önemli şahsiyetlerinden biridir. Hicrî 95 veya 97 senesinde dünyaya geldiği bildirilmektedir. Babası, Kûfe’nin güvenilir muhaddislerinden biri olan Sa’îd b. Mesrûk’tur. Annesi de zühd ve takvası ile tanınmaktadır. Müthiş bir ezber kabiliyetine sahip olduğu söylenen es- Sevrî’nin bütün muhaddisler tarafından güvenilir (sîka) bir râvi olduğu ileri sürülmektedir. Kur’ân’a dair geniş bilgisi sebebiyle yaşadığı dönemin en büyük müfessirlerinden biri kabul edilmiştir. Hac farîzasını ifâ etmek üzere Mekke’ye gittiğinde mevcut idarecileri tenkid ettiği için bir müddet hapsedilmiş, sonra da Basra’ya giderek 161/777’de orada vefat etmiştir. Sözünü ettiğimiz müellifin kaleme aldığı tefsîr, Tefsîrü’s-Sevrî adıyla bilinmektedir.
Yahyâ b. Sellâm (Tefsîru Yahya): Müfessirin tam adı Yahya b. Sellâm b. Sa’lebe et-Teymî’dir. Müfessir Yahyâ, ilk asırlarda İslâm’ın önemli ilim merkezlerinden biri sayılan Kûfe’de 124/741 senesinde dünyaya gelmiştir. Hayatı hakkındaki bilgiler yok denecek kadar azdır. Sadece menkıbe türü anlatımlara rastlanmaktadır. Biyografik eserlerden öğrenebildiğimiz sadece onun 182/798 senesinde Kayravan’a yerleştiği ve 200/815 de hac görevini yerine getirdikten sonra Kayravan’a geri dönerek orada vefat ettiğinden ibarettir. Musannafât sahibi olan Yahyâ’nın ayrıca bir de tefsîri vardır. Söz konusu tefsîr, müfessirin ismiyle Tefsîru Yahya diye anılmaktadır.
Ferrâ (Meâni’l-Kur’ân): Asıl adı Yahyâ b. Ziyâd olan Ferrâ 144/761 senesinde Kûfe’de dünyaya gelmiş, çocukluğunu ve ilk tahsil yıllarını burada geçirmiştir. Bilgi ve görgüsünü geliştirmek maksadıyla daha sonra Basra’ya giden Ferrâ, kaynakların belirttiğine göre başlangıçtan beri lügat ve tefsîr ilmine daha fazla ilgi göstererek bu konularda büyük lügat âlimi Halil b. Ahmed’den ve yine o dönemin meşhur âlimlerinden biri olan Yûnus b. Habib’ten ders almıştır. Meâni’l-Kur’ân, Ferrâ’nın tefsîr sahasında kaleme almış olduğu en meşhur eseridir.
Ebû Ubeyde (Mecâzu’l-Kur’ân): Basra nahivcilerinin en meşhurlarından biri olan Ebû Ubeyde Ma’mer b. el- Müsennâ, Basra’da dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir. Tenkitçi bir üsluba sahip olması sebebiyle aleyhinde çok şey söylenmiş; bazıları onu Hâricilikle bazıları da Kaderiyecilikle itham etmiştir. Şahsına karşı yapılan bütün bu hücumlara rağmen kendi döneminde yaşayan birçok âlim de ondan övgü ile söz etmektedir.
Abdurrezzâk b. Hemmâm (Tefsîr): Hicrî 126 (743-744) yılında San’a’da doğan Abdurrezzak ilk tahsilini aile çevresinde yapıp yirmi yaşlarında ilmî seyahetlere çıkmıştır. Hicâz, Şâm ve Irak gibi ilim merkezlerinde Ma’mer b. Râşid, Süfyânu’s-Sevrî, Süfyân b. Uyeyne, Mâlik b. Enes ve diğer âlimlerden hadis ve fıkıh ilimleri tahsil etmiştir. Abdurrezzak Tefsîr adıyla bir eser kaleme almış ve o bu eserinde sahâbe, tâbiûn ve etbâu’t-tâbiinden nakillerde bulunmuştur.