Giriş
Kelâm ilmi doğrudan doğruya Müslümanlar tarafından Kur’ân ve Sünnet’in verilerinden hareketle kurulan ve geliştirilen bir ilimdir. Tamamen Müslümanların içinde bulundukları şartlara ve ihtiyaçlara göre geliştirilmiş ve şekillenmiştir.
Kelâm ilminin kendisine konu seçtiği alan İslâm dininin akîde alanıdır. İslâm dininin inanç ilkeleri; tevhîd ekseninde olmak üzere Allah inancı, O’nun varlığı, birliği,
sıfatları, melekler, ilahî kitaplar, peygamberler, âhiret hayatı, kader ve kaza konularıdır.
Kelâm ilminde ele alınan konuların her birini Kur’ân ve Sünnet’te bulmamız mümkündür. Yani ilim olarak kelâm, kelâmullahın bilgisidir. Çıkış noktası ve kaynağı Kur’ân ve Sünnet olmakla birlikte bu, kelâm ilminin hariçten hiç etkilenmediği anlamına gelmez.
Tarihinin başlangıcında daha çok nakille yetinen kelâm ilmi sonraki asırlarda akılla nakli dengeli şekilde kullandığı gibi zaman zaman da aklî çıkarımlara öncelik vermiştir. Bütün bunlar aklın yoludur ve akıl için yol açıktır.
Kelâm ilminin tarihi sürecini beş ayrı dönem halinde incelemek doğru olur.
1. Kur’ân vahyinin devam ettiği dönem; Hz. Peygamber dönemi.
2. Kelâmî tartışmaların ortaya çıktığı ilk fikrî hareketler ve ihtilaflar dönemi.
3. Mu‘tezile mezhebinin ortaya çıkışı.
4. Ehl-i Sünnet kelam mezheplerinin ortaya çıkışı.
5. Yeni ilm-i kelâm dönemi: Ondokuzuncu asrın sonlarından başlayarak hâlen devam etmekte olan dönem.
Hz. Peygamber Dönemi ve Kelâm
Hz. Peygamber dönemi Kur’ân vahyinin devam ettiği ve onun vefatına kadar bu vahyin sürdüğü dönemdir. Dolayısıyla bu dönemde bugünkü anlam ve çerçevede başka herhangi bir İslâmî ilim olmadığı gibi kelâm ilmi de yoktu. Bu durumun temel üç sebebi vardır:
1. Dinin inşâ edildiği bir dönemde ilimlerin tedvîn edilmesi mümkün olamazdı.
2. Sahabe topluluğu Kur’ân vahyinin cereyanına bizzat şahit oluyorlar ve bu ilahî mesajın ilk ve en doğru yorumunu bizzat Hz. Peygamber’den öğreniyorlardı. Dolayısıyla itikadî konularda, mevcut vahiyde yer alan ilahî beyan ve aklî deliller onlara kâfi geliyordu.
3. Ashâb-ı kirâm, akıllarına gelen soruları doğrudan doğruya vahyin alıcısı, ilk ve en doğru yorumcusu olan Hz. Peygamber’e sorup ondan kesin cevabı aldıklarından başka bir şeye ihtiyaç duymuyorlardı.
Akîde konularında düşünmeyi, akıl yürütmeyi ve soru sormayı Kur’ân ve Hz. Peygamber yasaklamamıştır. İlk Müslümanlar kendilerine müşkül gelen konularda sorularını, hatta kalplerinden, zihinlerinden geçen şüphe ve tereddütleri dahi soruyorlardı. Hz.Peygamber, gerek Müslümanlardan gerekse Müslüman olmayanlardan gelen tüm soruları cevaplandırırken vahiy ve Allah’ın kendisine verdiği bilgi ile hareket ediyordu. Bundan dolayı, Hz. Peygamber’in ve Ashab’ın inanç konularında tartışma yapmadığı asla söylenemez.
Gerek Kur’ân’ın gerekse Hz. Peygamber’in, aklı, aklî tefekkürü önemseyen ve onu kullanmayı teşvik eden açık beyanlarından hareketle ilk Müslümanlar inançlarını aklî
istidlallerle teyid ve tahkik etmişlerdir. Bir rivayette Hz. Peygamber’e vesvese sorulunca; “imanın hâlis olanıdır”, demiştir. (Bkz. Müslim, “Îman”, 60; Ahmed b. Hanbel, II,
456).
Onun içindir ki Hz. Peygamber ashabını bu tür sorular sormaktan men etmemiş olup, bu davranışıyla o, daha sonraki dönemlerde ortaya çıkabilecek olan ve aklî tefekkürü ön planda tutan kelâm ilminin metodunun meşruiyetinin zeminini oluşturmuştur.
Kelâmı Doğuran Etkenler
İlk İhtilaflar: Farklı düşünmenin kaçınılmaz ve doğal birinci sebebi insanın fıtratı ile vahyin ona tanıdığı imkândır. Bu en önemli ve en temel etken iyi anlaşılıp daima akılda tutulursa diğer nedenler daha kolay anlaşılır. İslâm düşünce tarihinde oluşan dâhilî sebeplerin yanında, İslâm dünyasında başlatılan çeşitli tercüme faaliyetleri ile fetihler ve daha başka yollarla çeşitli kültürlere mensup milletlerle karşılaşılmış olmasını da fikir ve yorum ayrılıklarına sebep olan haricî âmiller arasında saymak mümkündür.
Kırtas Hâdisesi: Arapça bir isim olarak “kırtas” kâğıt demektir. İbn Abbâs’tan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber’in, vefatıyla neticelenen son hastalığında,
rahatsızlığının şiddetli olduğu bir anda yanında bulunan ashabına; “Bana bir kâğıt ve kalem getirin, size bir yazı yazdırayım ki benden sonra sapıklığa düşmeyesiniz”
buyurmuştur. Orada bulunan ashaptan bir kısmı Hz. Peygamber’in bu arzusuna uyulmasını isterken, bir kısmı ise ortada yeni bir vahiy durumu olmadığından gerek
olmadığını düşünmüşlerdir. Kırtas hâdisesiyle ilgili rivayetler, daha sonraları Şîa ile Ehl-i sünnet arasında ihtilaf konusu olmuş ve Şiîler; eğer kâğıt, kalem
getirilseydi Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra
halife tayin edecekti, demişlerdir.
Hilâfet Meselesi: Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra Müslümanlar, halife seçimi meselesiyle karşılaşmışlardır. Kur’ân, genel bir ilke olarak Müslümanlar’ın işlerini şûra, yani aralarında yapacakları danışma, istişare ile yürütmelerini tavsiye ederek (bk. Âl-i İmrân, 3/159; eş-Şûra, 42/38), görevlendirmede ehliyet ve liyakata önem verilmesini (bk. en-Nisâ, 4/58; en-Nahl, 16/43) ve hüküm verildiğinde âdil davranılmasını ister
(bk. en-Nisâ, 4/58).
Hilafet meselesi ve halife seçimiyle ilgili olarak İslâm düşüncesinde ortaya çıkan temel görüşleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür:
a. Ehl-i sünnet’e göre, kendisinden sonra kimin halife olacağına dair Hz. Peygamber bir
belirlemede bulunmamıştır. Dolayısıyla halifenin belirlenmesi seçimle gerçekleştirilir. Onun için Ashab istişare sonucunda Hz. Ebû Bekir’i halife seçmiştir.
b. Şîa’ya göre halifelik meselesi insanların seçimine bırakılabilecek bir iş değildir. Halife nasla belirlenir. Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra yerine halife olarak tayin etmiştir.
c. Haricîlerin bu konu hakkındaki görüşleri Ehl-i sünnet ile aynıdır. Onlara göre de halifenin belirlenmesinde esas olan seçimdir.
Siyâsî Anlaşmazlıklar ve İç Savaşlar: Üçüncü halife Hz. Osman’ın hilafetinin özellikle son dönemlerinde idareyle ilgili siyâsî sorunlar nedeniyle huzur ve sükûnet bozularak
yerini çatışma ve kargaşa aldı. Gittikçe büyüyen kargaşa sonucunda Hz. Osman şehit edildi ve halife olarak Hz. Ali seçildi. Hz. Osman’ın öldürülme nedenleri ve olayın
sorumluları etrafında gelişen tartışma ve sürtüşmeler sonucunda adına iç savaşlar denilen Cemel (36/656) ve Sıffin (37/657) vakâları peş peşe yaşandı. Binlerce insan
öldürüldü.
Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel ve Sıffîn olayları sonucunda ortaya çıkan kelâmî problemleri başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. Büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre)nin dindeki durumu: Bu hususta ortaya çıkan görüşler şöyledir:
a. Hâricîlere göre adam öldürmek gibi bir büyük günah işleyen dinden çıkar ve
kâfir olur.
b. Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen dinden çıkar ise de kâfir olmaz, iman ile küfür arasında kalır. Ölünceye kadar tevbe etmesi beklenir.
c. Mürcie’ye göre konu hakkında hüküm vermemek ve sorunu âhirete ertelemek uygundur.
d. Ehl-i sünnet’e göre günahlar helal sayılarak işlenmediği müddetçe kişiyi dinden çıkarmaz. Fakat günahlar imana zarar verir ve sahibi âhirette cezalandırılır. Ne var ki, Allah dilerse onları af edebilir.
2. İmanın tanımı, mahiyeti, iman-amel ilişkisi meselesi
Kader ve İrâde Hürriyeti Sorunu: Müslümanlar üzerinde büyük tesirler icra eden ve acı hatıralar bırakan bu olaylar sonucunda hem hâdiselere katılanlar hem de sonrakiler ve konu üzerinde düşünen kelâm bilginleri kader, irade, hürriyet ve ahiret gibi hususları konu alan sorular sormaya başlamışlardır. Konu etrafında geliştirilen kader, alın yazısı, talih, kısmet, felek gibi adlandırmalarla insanlar konuyu ve kendilerini sorgulamaktadırlar. Bu sorular bugün de İslâm dünyasının, Müslüman toplumların
üzerinde ciddiyetle kafa yormaları ve doğru cevaplandırmaları gereken hususlardır.
Bu konularda yorum getiren ekollerin, düşünce biçimleri, ortaya atılan fikirler ve çözüm önerileri sosyal hayat ve olaylardan hiçbir sûrette etkilenmeden ortaya çıkmış
değillerdir. Yani şahısların veya toplulukların fikirleri, ictimâî, tarihî ve siyâsî şartlar ve çevreden tecrit edilemez. İslâm tarihinde var olan fırkaların oluşumunda temel
itikâdî meselelerdeki görüş ayrılıkları yanında başka unsurların ve sebeplerin de varlığını göstermektedir. Mesela Hâricîlik, tamamen siyâsî çatışma, sosyal patlama ve kabile taassubunun sonucunda doğan bir fırkadır. Aynı şekilde siyâsî boyutu hesaba katmadan ne Cebriye ne Şîa ne de Mürcie’yi anlamak mümkündür.
Kur’ân ve Sünnet Metinlerinin Yorumu: Allah’ın muradı Kur’ân’dadır. Dolayısıyla Kur’ân anlaşılmadan Allah’ın muradının ne olduğu bilinemez. Bu bakımdan Müslümanlar, Kur’ân’ı okuyup anlamak için büyük gayret göstermişlerdir. Ancak, Kur’ân âyetlerinin hepsi üslup açısından aynı özellikte değildir. İlahî muradın ne olduğunun kolaylıkla anlaşıldığı ayetlere muhkem ayetler, manâları muhkem âyetler kadar açık olmayan ve farklı anlamlara gelmeleri nedeniyle kesin anlamların verilmesi zor olan ayetlere ise müteşâbih âyetler denir. Bu âyetlerin, metin içerisinde hakikat, mecâz, teşbih, temsil gibi kullanımlarının olması onların anlaşılmasını güçleştirmektedir. Kur’ân ve hadîs metinlerinde var olan bu dil sorunları etrafında ortaya çıkan sorular şunlardır. Kur’ân’ın hangi âyetleri muhkem, hangileri müteşâbihtir? Müteşâbih ne demektir? Müteşâbih âyetler anlaşılabilmeleri için tevil edilmeli midir, edilmemeli midir? Tevil ne demektir? Tevîlin şartları ve sınırı nedir? Bu ve benzeri sorular etrafında tabiî olarak ihtilaflar meydana gelmiş ve her bir ekol, kendi anlayışları ve geliştirdikleri yöntemlerle meseleleri anlamaya çalışmışlardır.
Müslümanlar’ın Diğer Din ve Medeniyetlerle Karşılaşması: İslâmiyet, Hz. Peygamber döneminde Arabistan Yarımadası’nın dışına çıkmamıştı. Ancak, fetihler büyük bir hızla gelişti ve kısa zaman içinde birço ülke İslâm topraklarına katıldı. Müslümanlar, aynı topraklarda bir arada yaşadıkları, hayatı birlikte paylaştıkları farklı düşünce ve görüşteki insanlarla çok doğal olarak karşılıklı etkileşim içine girmişlerdi. Bu etkileşim farklı şekil ve muhtevada olmuştur. Yeni fethedilen ülkelerde yaşayan insanların pek çoğu eski dinlerinden vazgeçerek İslâm’a giriyorlardı.
Yeni Müslümanlar, farkında olarak veya olmayarak eski inançlarından bazılarını İslâm’a taşıyorlardı. Ayrıca, yeni fethedilen ülkeler ahalisinden samimî anlamda Müslüman
olanların yanında, kötü niyetliler de vardı (“Bâtınîlik” ve “Bâtıniyye” grupları). Bunların yanında İslâm’ı gerçekten inandığı için değil de mal, mevki, şöhret ve benzeri kişisel
amaç ve şahsî çıkarları için kabul etmiş görünenler de bulunuyordu.
Hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ilk tartışmalar Hz. Peygamber hayatta iken Necran Hıristiyanlarından bir grubun gelip Hz. Peygamber’le tartışmaları ile başlamıştı.
Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında ilmî münakaşa ve mücadeleler gerçekleşti. Özellikle Allah’ın birliği ile zat ve sıfatlar, teşbih ve tecsîm hususunda ciddi tartışmalar yaşandı ve karşılıklı reddiyeler yazıldı.
Öte yandan tarihte İran topraklarında vücut bulmuş olan ve ikili tanrı anlayışına sahip bulunan Manihaistler ve Mecûsîler ile Müslümanlar arasında önemli kelâmî
tartışmalar yaşandı.
İslâm’ın farklı din, kültür ve medeniyetlerle karşılaşması sonucunda tevhid, teslis, teşbîh, tecsîm, kader, cebir ve ihtiyar, Kur’ân’ın hakikati, Tevrat ve İncil’in tahrifi, Nübüvvet, Mesih, Mehdi ve daha birçok itikadî konu Müslümanlarla diğer inanç sahipleri arasında tartışılmıştır.
Tercüme Hareketleri: Müslümanlar, eski ilmî birikime karşı bir tavır takınmayarak, kendi evrensel dünya görüşlerine destek olacak unsurları bünyelerine almakta
sakınca görmediler. Gerçekleştirilen tercüme hareketlerinde sadece felsefî eserler değil aynı zamanda tabiat ilimleri, tıbba dair ilimler, kimya, astroloji, simya ve ahlâk bilimleri de tercüme edilmişlerdir.
Eski Yunan ilimlerini Arapçaya tercüme faaliyeti Emevîlerin son dönemlerinde başlamış, Abbasî halifelerinden Mansûr (ö. 158/775), Hârun Reşid (ö. 193/809) ve Memûn (ö. 218/833) döneminde devam etmiştir. Aslında ilk tercümelerin daha önce hicretin birinci asrında Halid b. Yezid b. Muaviye b. Ebî Süfyan (ö. 86/705) döneminde başladığı söylenmektedir.
Felsefî anlamda ilk tercüme, halife Mansûr döneminde yapılmıştır. Felsefenin sistemli bir şekilde tercümesi halife Memûn döneminde başladı. Tercüme faaliyetleri sonucunda ilk İslâm filozofları yetişmiştir. Bunlar arasında Kindî (ö. 252/866), Fârâbî (ö. 339/950) ve İbn Sinâ’yı (ö. 428/1037) sayabiliriz.
Tercüme hareketleri sonucunda ortaya çıkan etkileşim, kelâm ilminin tartışma yönteminin gelişmesine, konularının derinleşmesine ve daha felsefî bir boyut kazanmasına vesile olmuştur. Böylece kelâm âlimleri mantık ilmini bir âlet olarak kullanmaya ve bazı akaid ve felsefe konularına onu felsefî terimleriyle kullanarak
karıştırmaya başladılar.
Kelâm ile felsefe arasındaki bu etkileşim ve yakınlaşma işine İslâm dünyasından en çok meyledenler Mu‘tezile mensupları oldu. Mu‘tezile ekolü, yabancı tesirlere karşı
İslâm inancını savunmak amacıyla önemli işler gördü. Mu‘tezile’nin fikir önderi ve imamı olan Vâsıl b. Atâ’nın (ö. 131/748) Horasan, Mağrip, Yemen, Irak, Kûfe ve Ermeniyye bölgelerine davetçiler göndermesi bunun en açık delilidir.
Bu çabalar esnasında Müslümanlar, muhataplarının gündeme getirdikleri konularla ilgilendikleri gibi, görüşlerini de onların anladığı kavramlar ve yöntemlerle dile getirdiler.
İnsanın Düşünen Varlık Olması Gerçeği: İnsan var oldukça çok tabiî olarak farklı düşünme, anlayış ve yorumlar da olacaktır. İhtilaf dediğimiz şey de işte budur. Onun için ihtilaf kaçınılmazdır. Zaten ihtilaf demek, farklı düşünmek demektir. Kur’ân’ın birçok âyeti okumayı, düşünmeyi, böylece hakikati, gerçek ve doğruyu bulup kabul etmeyi emreder. Unutmamak gerekir ki İslâm kültürünün hareketlilik, canlılık ve zenginlik kazanması da bu ihtilaflar yoluyla olmuştur.
Usûlü’d-Dînde İhtilafın Hükmü
Tevhîd dini olan İslâm, Allah’ın mutlak anlamda birliğine inanmayı zorunlu kıldığı gibi, bu dinin mensuplarının ırk, dil, bölge ve diğer farklılık sebepleriyle ayrılıp parçalanmamalarını da tevhîdin gereklerinden kabul eder. İnsanlar arasında doğabilecek ayrılıkların Müslümanlar arasında kin ve düşmanlıklara neden olmaması, onların
birlik ve bütünlüğünü bozmaması için Kur’ân-ı Kerim onları daima Allah’ın dinine sarılmaya davet eder. Ayrıca İslâm’ın tüm dinî muhtevası da Müslümanların birliğini
muhafaza etmeyi, onu daima canlı tutmayı hedefler.
İdeolojik olan ve dolayısıyla İslâm toplumunu parçalama istidadı gösteren fikir ayrılıkları caiz görülmemiştir. Toplumsal bünyeyi sarsacak ihtilaflar yasaklanmıştır.
Ayrıca, hakkında apaçık âyetler, sarih, kesin deliller bulunan dinî hükümleri ihtilaf konusu haline getirmek de yasaklanmıştır. İtikâdî alanda bir meselenin inanç konusu
sayılabilmesi için ya Kur’ân’ın açık ve tevile ihtiyaç göstermeyen âyetleriyle ya da Hz. Peygamber’den mütevâtir yolla gelen bir hadîse dayanması gerekir. Bu manâda Kur’ân’ın iki kapağı arasında bulunan muhtevanın tamamının vahiy eseri olduğuna inanmak bir iman ilkesidir. Dikkat edilecek olursa burada ihtilaf konusu haline getirilmesi yasak olan şey, dinden olduğu kesinlikle bilinen bir hususun mevcudiyetinde ihtilafa düşmek, onu inkâr etmektir. Ama onun mevcudiyeti kabul edildikten sonra, mahiyet ve keyfiyeti üzerinde, yani anlaşılması ve yorumlanması hususunda delillere dayanarak birbirinden farklı görüşler ortaya koymak, değişik sonuçlara ulaşmak yasaklanmış değildir.