Gündelik Hayatta Dinin Tezahürleri
Din popüler kültürün de önemli bir parçası haline gelebilir. Çünkü popüler kültür meta haline getirebildiği her şeyi kullanma eğilimindedir.
Gelenek-din ilişkisini ortaya koyarken iki aşırı yaklaşımdan kaçınmak gerekir. Bunlardan birincisi dinin tamamen kültürün bir ürünü ve parçası olduğu şeklindeki görüş, ikincisi ise dinin geleneğin tamamını kuşattığı şeklindeki görüştür.
Dinin tamamen kültür ürünü olduğunu iddia eden görüş, pozitivist bir yaklaşıma dayanır. Pozitivizm deney ve gözleme dayanan modern bilimi kabul edip, dini ve metafizik açıklamaları bilim öncesi düşünme biçimi oldukları gerekçesiyle baştan reddeden bir anlayıştır. Dinin kaynağının ilahî olduğunun reddedilmesi beraberinde dinle ilgili diğer öğelerin de reddedilmesi sonucunu doğurmuştur. Böylelikle vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, mucizeler reddedilmiştir.
İkinci aşırı görüş ise dinin topluma hâkim olduktan sonra kültürün bütününü kuşattığı, geleneği tamamıyla düzenlediği şeklindeki yaklaşımdır. İslam’ın da kültürümüzün bütününü kuşattığı şeklindeki anlayış benzer bir yaklaşımdır. Şüphesiz Türk, Pers, Berberi gibi milletler Müslüman olduktan sonra kültürel yapılarında büyük değişimler yaşamışlardır ancak geleneklerinin tamamını terk etmedikleri gibi bir kısmını da İslam’dan sonra devam ettirmişlerdir.
Her din bir kültür içinde ortaya çıkar. O kültürü bütünüyle reddetmez, kültürden bazı izler taşır ama aynı zamanda kültürü yönlendirir. Bir başka ifadeyle bir toplum yeni bir dine girdiğinde eski kültürel kalıplarını dini bir kimlik vererek devam ettirir. Böylece aslında yaşanan din iç içe geçmiş iki katmandan oluşur. Birincisi resmi din ya da kitabî din, ikincisi ise paralel din de denilen halk dinidir.
Kitâbî Din: Her semavi din kurucu peygamberi aracılığı ile ortaya konan bir öğretiye sahiptir. Ancak peygamberin vefatından sonraki yayılma ve kurumsallaşma sürecinde dinin ilk ortaya çıkışında olmayan bazı unsurlar da dine katılır.
İlahiyatçılar bir süre sonra dinin temel akide ve uygulamalarını tespit ederler. Bu noktada her zaman için bir uzlaşı olmadığından mezhepler ortaya çıkar. Yine de ilahiyatçılar arasında önemli ölçüde bir uzlaşı söz konusudur. Bu uzlaşı dinin resmî/kitabî yönü olarak nitelendirilebilir. Özellikle dinin belirli bir örgüt altında kurumsallaştığı örneklerde resmi din daha açıkça görülür. Bunun en önemli örneği Katolikliktir.
Bunların dışında kalan uygulamalar ise bid’at olarak nitelendirilir. Sonradan ortaya çıkan şeyler anlamda bid’atler iyi ve kötü (bid’at-ı hasene ve bid’at-ı seyyie) olarak ikiye ayrılmışlarsa da genel anlamda bid’at olumsuz bir çağrışıma sahip olmuştur. İslamî literatürdeki bid’at sosyolojik anlamdaki halk dindarlığının bir bölümünü oluşturur.
Halk Dini: Dinî kuruluşların veya ilahiyatçıların söylemlerinin yanında dinin gelenek içinde aldığı biçime halk dini denir. Buna aynı zamanda paralel din denmesinin sebebi ise resmî söylemlerin dışında bazı inanç ve uygulamaları da içermesidir. Ancak halk dini kitabî dinden tamamen farklı değildir. Dinin orijinal yapısındaki uygulamalar ve sonradan katılanlar bir araya gelip yeni bir sentez oluştururlar. Bu sentezde yerine göre dinin birincil düzeyde gördüğü uygulamalar ikincil düzeye iner, önem derecesinde yer değiştirmeler görülür.
Örneğin ülkemizde yaygın görüldüğü biçimiyle bayram namazları, sabah namazına göre çok daha önemli kabul edilir. Birey bayram günü sabah namazını kılmadığı için üzülmeyebilir ama bayram namazını kaçırırsa ciddi olarak üzülebilir.
Gelenek-Din Çatışması
Gelenek modernlik öncesi durumu ifade etmek için ortaya konmuş bir kavramdır. Batı’da ortaya çıkan ve oradan bütün dünyaya yayılan modern düşünce ve modern hayat tarzının zıttı olarak geleneksel düşünce ve geleneksel hayat tarzı kabul edilir.
Her toplumun modernlikle tanışmadan önceki yapısı farklıdır ve birbirine benzerlik göstermeyebilir. Buna rağmen her gelenek bir şekilde din ile irtibatlıdır ve onunla yoğrulmuştur. Geleneksel olan aynı zamanda dini olarak kabul edilir.
Gelenek-din çatışmasının birbirine zıt iki boyutu vardır.
Burada katı dini normlara karşı bir tavır söz konusudur. Ayrıca toplum dinle kendi arasına “yüceltilmiş” bir mesafe koyar: Dini yaşamanın en büyük ideal olduğunu düşünür ve dindara saygı gösterir. Ama yukarıda işaret ettiğimiz ikinci boyuttan dolayı bunu herkesin her zaman gerçekleştirebileceğini düşünmez.
Böylelikle geleneksel yapı içerisinde “dini yaşamak” biçiminde ayrı bir olgudan veya “dindar” denilen bir tipten söz etmemiz mümkün olur. Eğer gelenek ve din birbirini zorunlu kılsa ya da birbirlerini kapsasalar böyle ayrı bir olgudan söz etmemiz mümkün olmazdı.
Şu da eklenmelidir ki dinin temsilcisi din adamıdır, geleneğin belli bir temsilcisi ise yoktur ama gelenek daha güçlü ve köklü bir damar olarak toplumun bütün bireylerinde bir şekilde etkisini gösterir.
Kültürün Dinî Temelleri
Kültürler tarih içerisinde pek çok faktörden etkilenerek gelişim ve değişim gösterirler. Coğrafi faktörler, doğal olaylar, savaş ve göç gibi süreçler bir milletin tarihiyle birlikte kültürünü de şekillendirir. Din de bir kültürün oluşumundaki ana faktörlerden bir tanesidir.
Din insanlara bir anlam dünyası sunar; insanın bu dünyada niye yaşadığı, hayatının amacının ne olduğu gibi varoluşsal sorulara cevaplar verir. Ayrıca mevcut toplumsal hayatın meşrulaştırılmasında da din birey üzerinde en etkin faktördür.
Din bütün bu erdemleri ilahi ve nihai bir noktaya, yani Tanrının isteğine bağlayıp bireyin benimseyerek uygulamasını sağlar.
Dinler, insanları bir araya getirmek, örgütlemek, bütünleştirmek, yerleşik hale getirmenin paralelinde sanatın, edebiyatın, hukukun gelişmesine de doğrudan etki ederler. Dinî metinler, onların yorumlanması, yeni dini-edebî türlerin ortaya çıkışı, başta mabet mimarisi olmak üzere resimden müziğe geniş bir yelpazedeki sanatsal faaliyetler, bireyler arası ilişkileri düzenleyen kurallar bir bütün olarak düşünüldüğünde dinin kültür belirleyici doğası daha kolay anlaşılır.
Din bireyin düşüncesinden toplumun ortak düşünme biçimine, yemek yeme biçiminden sanatsal faaliyetlere, görgü kurallarından siyasete kadar toplumsal hayatın ve kültürün hemen hemen bütün alanlarına sinmiştir. Birey bu etkilerin bir kısmının farkında bile olmayabilir ancak gündelik hayata ve dine paralel biçimde derinlemesine baktığında kolaylıkla farkına varacaktır.
Zihniyetin yanında dinin gündelik hayatımızdaki etkisi en açık biçimde karşımızdadır. Her şeyden önce dilimiz önemli ölçüde dinîdir. Selamlaşma, beğeni, temenni cümleleri, zorluklar karşısındaki ünlemlerde dini içerikli kelimeler ve cümleler kullanılır.
Dinin önemli etki alanlarından birisi de mimaridir. Özellikle mabet mimarisi her dinin adeta kendisinin hak ve diğerlerinden üstün oluşunun göstergesi olarak büyük bir incelik ve zenginlik içerisinde gelişmiştir. Böylelikle dinler bir taraftan kendi inananlarına mesaj verirken öbür taraftan da diğer din mensuplarına göndermelerde bulunurlar. Burada iç içe geçmiş iki faktörden bahsediyoruz. Birincisi, dindarlıktan kaynaklanan durum, ikincisi ise diğer dinlerle rekabetten doğan durumdur.
Bireysel anlamda konuyu düşündüğümüzde, hayatın dönüm noktalarının dini inanç ve uygulamalarla çevrildiğini görürüz. Özellikle hayatın başlangıcı ve sonucu bunlar içerisinde en önemlileridir. Zira görünüş itibarıyla yokluk dünyasından bir insan ortaya çıkmakta ve daha sonra tekrar yokluğa kavuşmaktadır. Bilinemeyene duyulan merak ve korku insanı metafizik açıklamalara mecbur kılmaktadır. Modern bilimin, doğumu ve ölümü açıklayışı sadece mekanik diyebileceğimiz yaklaşımlardan ibaret olduğu için insanın varoluşsal sorularına ancak dinler cevap verebilmektedirler.
İsim kültürü olarak nitelendirilen uygulamada dini öğeler ağırlıklıdır. Kur’an’dan, peygamberlerden, din önderlerinden veyahut doğulan zaman diliminin kutsallığından hareketle isim koymak ülkemizde yaygındır. İsmin kendisi gibi konulma süreci de önemlidir. Geleneğimizde isim bir büyük veya imam tarafından sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunarak konur.
Bir insanın dünyanın gelişine meşruluk kazandıran nikâh dini bir muhtevaya sahiptir. Dinler cinsel birleşmenin insanın manevî anlamda gelişimine engel olup olmayacağını tartışmışlarsa da, bu fizyolojik ihtiyacın sıradan insanlarca karşılanmasının zorunlu olduğunu düşünmüşlerdir. Ancak çeşitli dinlerde din adamlarının evlenmesi yasaklanmış, cinsellikten uzak yaşamak da kişisel gelişimin önemli bir aracı olarak kabul edilmiştir.
Normal bir bireyin cinsel birleşmedeki esas amacının neslin devamı olması gerektiği genelde söylenmiştir. Neslin devamı insanlığın devamı için en önemli şarttır. Bunun için kadın ve erkek arasındaki ilişki din tarafından belirlenmiş şartlar çerçevesinde olmalıdır. Bu anlayışın önemli bir örneği olarak Katolik ve Ortodokslarda nikâh temel sakramentlerden bir tanesi olarak kabul edilmiştir. Eşler Tanrı huzurunda hem birbirlerine hem de Tanrı’ya karşı söz verirler. Hatta bu özelliğinden dolayı Katoliklikte evlenen çiftler boşanamazlar. İslam dininde nikâh kadın ve erkeğin şahitler huzurunda karşılıklı icap-kabulüne dayanan sade bir akit olmakla birlikte, evlenecek kişiler bir imamın huzurunda dualar eşliğinde ve dini yoğunluğu yüksek bir atmosferde nikâh kıydırmaktadırlar.
Sosyo-Kültürel Yapının Dine Etkisi
Dinin gerek içinden çıktığı gerekse sonradan dâhil olduğu herhangi bir sosyokültürel yapıdan bağımsız olduğu düşünülemez. Bir başka ifadeyle din hem ortaya çıkışında hem de gelişiminde çevresel şartların etkisi altındadır.
Bugün yaşayan hiçbir dinin, kurucu peygamberin dönemiyle aynı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bunun iki temel sebebi söz konusudur. Birincisi dinin kutsal metinlerinin ve uygulamalarının her zaman için farklı yorumları olacaktır. İkincisi ise dinler farklı çevresel şartlara veya problemlere cevap verebilmek için bu şartlara bir ölçüde uyum sağlarlar. İslam âlimleri maslahat (kamu yararı), zaruret, örf gibi kurallardan hareketle dinin yeni şartlara cevap verebilmesi kaygısı gütmüşler, bunu da dinin bozulması olarak düşünmemişlerdir.
Sosyo-kültürel yapının dini etkilemesi, o yapı içerisinde yetişen bireylerin yaklaşımları ve tepkileriyle ilgilidir.
Dindarlık veya derin dini yaşantı ilk bakışta bireysel bir olgu olarak görülse bile, grup dindarlığı bireyler için ayrı bir motivasyon kaynağıdır ve grup üyeleri birbirlerini etkilerler. Bu açıdan bireysel olarak görülen bir faktörün toplumsal sonuçları söz konusudur. Bireylerdeki dindarlık eğilimi, bir başka ifadeyle dini daha yoğun bir şekilde yaşama isteği çevresel faktörlerle birleştiği zaman dini olarak görülen yeni uygulamaların ortaya çıkmasına sebep olur. Bugün toplumumuzda yaygın olarak görülen ve sıkıntılı durumların aşılması amacıyla paylaşılarak kolektif halde okunan salat-ı tefriciye duası böyle bir uygulama örneği olarak verilebilir.
Bireylerin dini daha yoğun biçimde yaşama arzusunun İslam kültüründeki en önemli tezahürlerini ise mübarek gün ve geceler oluşturur. Kadir Gecesi dışındaki mübarek gecelerin kutsallığı İslam âlimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Bunların içinde İslam’ın temel kaynaklarına dayanmadığı hususunda kimsenin şüphesi olmayan Mevlid Kandili (Hz. Muhammed’in doğum günü) bugün en önemli gecelerden biri olarak kabul edilmektedir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın doğum gününü yaklaşık üç yüzyıl sonra kutlamaya başlaması gibi, İslam dünyasında da mevlidin özel bir gece olarak kabulü geç tarihlere rastlamaktadır. Hz. Muhammed’in doğum günü Müslümanlarca bilinmesine ve o güne ayrı bir önem verilmesine rağmen yaygın biçimde dini olarak kutlanması çok sonradır.
Resmî olarak ilk defa 10. yüzyılda Mısır’daki Fatımî hanedanı Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in doğum gününü kutladıkları gibi, Hz. Muhammed’in doğumunu da bir bayram olarak kutluyorlardı. Ancak mevlidin Sünni halklar tarafından da geniş katılımla kutlanmaya başlaması Erbil Atabegi Muzafferüddin Kökböri (öl. 1233) sayesinde olmuştur. Kökböri’nin esas rolü mevlidi ilk defa başlatmak değil, geniş halk yığınlarına yaymaktır. Âlimlerin ve sufilerin de katıldığı törenlerde ileri gelen şahıslara hediyeler dağıtılır, halka büyük ziyafetler verilir ve yüklü miktarda harcamalar yapılırdı. İlk zamanlarda mevlid kutlamalarının bid’at olup olmadığı tartışma konusu iken, uygulama halk nezdinde büyük teveccüh gördüğünden 14–15. yüzyıllardan itibaren tartışmalar sona ermiştir.
Mevlid uygulaması müstakil bir edebi ürün türünün ortaya çıkmasına vesile olmuş ve pek çok dilde mevlitler yazılmıştır. Sadece Türkçede 200 civarında yazılı mevlid tespit edilmiştir. Bugün ülkemizde ve Balkanlarda yaygın olarak Süleyman Çelebi’nin yazmış olduğu Vesiletü’n-Necat isimli eser okunmaktadır. Ancak mevlid okumak, sadece Hz. Muhammed’in doğum günü vesilesiyle değil, herhangi bir dini merasimde, kişinin doğumu veya vefatı gibi özel bir sebeple veya adak neticesi ve benzeri sebeplerle yapılan bir ibadet haline gelmiştir.
İnsanları namaza çağırma ihtiyacının, Cuma ve bayramlarda ilk dönem uygulamasından farklı ezan uygulamalarına sebebiyet verdiğini görüyoruz.
Hz. Peygamber zamanında Cuma günleri hutbeden önce camide sadece iç ezan okunuyordu. Bu uygulama Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında da devam etmiştir. Hz. Osman döneminde ise, insanları Cuma namazı konusunda uyarmak amacıyla vakit girdiği zaman dış ezan okunmaya başlanmıştır. Bu ezana bid’at gözüyle bakıp karşı çıkanlar olmasına rağmen pratik bir ihtiyaca cevap verdiğinden zamanla yerleşmiştir.
Her din kendi inanç esaslarını sıkı usullere bağlamayı arzu etse de, hem resmi öğretinin içinde ihtilaflar söz konusu olur hem de çeşitli halk inançları dine mal edilir. Örneğin kabir azabının var olup olmadığı İslam âlimleri arasında tartışma konusu olmuş, kader konusundaki tartışmalar mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bunların yanında toplumlar Müslüman olurken kendi inançlarının bir kısmını yeni dinlerine taşımışlardır. Bazı taşlara, ağaçlara, dağlara kutsallık atfetmek, mezarlarda yatan şahısların ölmüş ruhlarından yardım dilemek bunun örneğidir.
Bugün çeşitli kitaplarda görülmesi mümkün olan bazı mübarek gecelere ait namazlar ise tamamen sonradan ortaya çıkmıştır. Örneğin Regaib Gecesi’nde her rekâtında bir Fatiha, bir İhlâs ve üç Kâfirun sûresinin okunduğu toplam otuz rekâtlık namaz söz konusudur. Berat Gecesi’nde her rekâtında on İhlâs sûresinin okunduğu yüz rekâtlık bir namaz kaynaklarda yer alır. Oysa hiçbir muteber hadis eserinde Hz. Muhammed’in bu gecelerde özel bir namaz kıldığına dair rivayet yoktur. Bu namazlar insanlardaki dindarlık eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.
Osmanlı Devleti zamanında yaygın olarak para vakfediliyordu ve bunlar vakıf gelirleri içinde önemli bir yekûn tutuyordu. On altıncı yüzyılda devrin âlimleri arasında bu tür vakıfların dince uygun olup olmadığı tartışma konusu olmuş ancak neticede para vakıfları kısa bir yasaklama döneminden sonra devam etmiştir. Zira nakit paraya ihtiyacı olan kişiler tefecilere gitmek zorunda kalmıyorlar, mahalle vergileri, alt yapı hizmetleri, cami ve medreselerin giderleri çoğunlukla bu vakıflar tarafından karşılanıyor, esnaf birliklerinin ortak masraflarının karşılanmasında veya yardımlaşmalarında yine para vakıflarına başvuruluyordu. Böylelikle o dönemde sadece Anadolu coğrafyasında görülen para vakıfları zaruret sebebiyle dini olarak da caiz görülmüştür.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere sosyo-kültürel yapı, tıpkı dinin bu yapıyı etkilemesi gibi dinin toplum tarafından algılanmasını, yorumlanmasını ve uygulanmasını etkilemekte, toplumsal ihtiyaçlar, beklentiler ve zorunluluklar yeni dini anlayış ve pratiklerin çıkmasına zemin hazırlamaktadır.