İnsan istese de istemese de belirli bir düzen içerisinde hayatını sürdürmek zorundadır.Bu düzenin tam ve insicamlı haline ahlâk denilmektedir.İnsanın bütün kararlarının nihai olarak eşdeğer (netice olarak hepsinin değersiz )olduğunu savunan bu tavra ahlâki görecilik veya ahlâki rölativizm denir.
İslâm ahlâkı, daha önceki bölümde görüldüğü gibi, Cenabı Hakk’ın Hz. Peygamber’e bildirdiği ve onun hayatında görünür hale gelen, ondan sahabenin üstlenerek yaşadığı, yaşarken de kendisinden sonraki nesile aktardığı bir davranış düzenini ifade etmektedir. Daha sonra gelen nesiller de benzer bir şekilde kendilerinden sonraki nesile bu hayat tarzını ve davranış düzenini yaşayarak aktarmıştır. Bu günümüze kadar böylece gelmiştir.
Türkçe’de kaynak kelimesi, bir şeyin varlığını aldığı ve varlığını sürdürürken kendisinden beslendiği, kendisine dayandığı nihai ve ilk nesneyi (menşeini ve menbaını) ifade eder. Konumuz açısından kaynak kelimesinin üç anlamı ön plana çıkmaktadır. Bu manalar ve soruların birincisi kendisine İslâm ahlâkının varlığını, ikincisi bilgisini ve nihayet üçüncüsü bu konudaki sistematik düşünceyi, Müslümanların ahlâk hakkındaki sistematik düşüncesini, kendisine konu edinmektedir.
İnsan, yetişme sürecinde, sadece nesneleri ve şeyleri değil, aynı zamanda neyin nasıl yapılacağını da öğrenir. Birinciler hakkındaki bilgi ile ikincisi hakkındaki bilgi birbirinden farklıdır. Birincisine şeylerin ve nesnelerin bilgisi, ikincisine yol ve yordam bilgisi denir. Yol ve yordam bilgisi, esas itibariyle insanın kitaplardan elde edebileceği bir bilgi değildir. Yol ve yordam, bunu uygulayanların uygulamasına iştirak ederek veya bu uygulamayı müşahede ederek öğrenilir. Ahlâki bilginin önemli bir kısmı, tayin edici kısmı, yol ve yordam bilgisine dâhildir; insanın bir bütün olarak hayatı ile alakalıdır. Bu öğrenme süreci bir varoluş düzeni ve bu düzenin bilgisi olarak ahlâkın, çok esaslı bir toplumsal boyutu olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ahlâki bilginin önemli bir kaynağı, ahlâklı insanlardır.
İslâm ahlâkının kaynakları dediğimizde, hemen hatırımıza gelen o halde, ana hatları ve en genel çerçevesi ile nakil ve akıl olmaktadır. Nakil, Gazali’nin dediği gibi, çevreyi aydınlatarak gözün görmesi imkânını ortaya çıkaran “güneş” konumunda iken, akıl da, naklin aydınlattığı ve ortaya çıkarak görünür hale getirdiklerini görmeyi sağlayan “göz” mesabesindedir.
Birinci manası ile İslâm ahlâkının kaynağı vahiydir. Bu vahyin bir düzen içinde Hz. Peygamber’in hayatında tahakkuku (gerçekleşmesi); daha sonra da onun etrafında yaşayan insanlar tarafından müşâhede (kısaca katılımcı gözlem) yoluyla öğrenilip üstlenilmesi; bundan sonraki nesiller için ise, bu ilk neslin hayatında tahakkuk edenin diğer nesiller tarafından yine müşahede yoluyla benimsenip üstlenilmesi olarak belirmektedir. Bu durum İslâm ahlâkının kaynağının, sahabe sonrası toplumlar için ilk elden, tevatür olduğunu söylemenin gerekçesini teşkil eder. Buradaki tevatür, bilme ile varolmanın özdeş olduğu bir bulunuş şeklini ifade etmektedir.
Hadis ilminde rivayetler için kullanılan mütevatir haber terimi ile burada kullanıldığı anlamı ile tevatür birbiri ile irtibatlı olsa da aynı değildir. Burada kullanıldığı anlamda tevatür sadece bir sözün değil, onun anlamının da yaşanarak nakledilmesini ifade etmektedir.
Ahlâk kendinde teorik (nazari) değil pratiktir (amelidir). Bir insanın ahlâkı, onun hayat düzenidir; kendi hayatında etkin olan ilke ve kurallardır. Ahlâk, hakiki manası ile insanların hayatlarındadır; kitaplarda değil. Ahlâki ilke ve kuralları anlatan bir kitap, “ahlâk” değil, “ahlâk hakkında” kitaptır. O kitapta anlatılan ilke ve kurallar, bir insan tarafından üstlenildiğinde, o insanın ahlâkı olur ve o kitap, o şahsın ahlâkı hakkında hem varlık hem de bilgi kaynağı haline gelir. Kur’an-ı Kerim bu konuda bilinen en önemli belki yegâne örnektir.
İyi ve kötünün bilgisini nereden ve nasıl elde ediyoruz? Bu sorulara biz kısaca “nakil” ve “akıl” olarak cevap verebiliriz. İnsanın doğumundan itibaren nasıl yetiştiğini ve elde ettiği bilgileri, -buna iyi ve kötü davranışların bilgisi de dahildir-, nasıl elde ettiğine bakacak olursak, insanın iyi ve kötü hakkındaki bilgilerini esas itibariyle naklen elde ettiğini fark ederiz. İnsan iyi ve kötü hakkındaki bilgilerini önce ailesinden sonra da ait olduğu toplumdan ve toplumsal eğitim kurumlarından elde eder. Ancak sadece burada kalmaz; öğrenirken ve öğrendikten sonra kendisi de elde ettiği bu malumat üzerinde düşünür ve bununla ilgili olarak kendi kanaatini ve tavrını geliştirir. Dikkat edilecek olursa biz hayatımızda ne “saf” bir akılla karşı karşıyayız, ne de “saf” bir nakille. Akıl, nakil ile nakil de akıl ile irtibatı içinde bizim bütün hayatımıza ve kararlarımıza refakat etmektedir.
Peygamber Efendimizi işaret eden ve onda insanlar için “üsve-i hasene” (en güzel örnek) olduğunu söyleyen (Ahzab/33:21) ayette ahlâki bir ilkeye işaret edilmektedir. Benzer bir şekilde “Allah’a, Resulüne ve sizden olan ulü’lemr’e itaat” da (Nisa/4:59), bir ilke emridir Ama “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” emri (Hûd/11:112), bir ilkeyi değil, bir kuralı, ahlâki bir “normu” dile getirmektedir.
Abdullah Draz’ın ifadesi ile “K. Kerim hayatın her sahası için bir çerçeve (veya hatt-ı hareket) çizdikten sonra, böylece çizilen çerçeveleri hiçbiri ötekinin hakkına tecavüz etmeksizin karşılıklı olarak birbirlerine nüfuz edecek derecede bütünle ahenk halinde daralıp genişleyebilen bir merkezde toplanmış kaideler şeklinde bize sunmaktadır.
Kur’an’ın üslubu gayet basittir: mücerret, dalgalı ve bulanık ile gayet formalist olan müşahhas arasında daima orta yolda bulunan formüllerinin kaidelerini ifade etmek üzere o, tamamen özel bir tarzı seçmiştir. Böylece onun inşa ettiği çerçeveler aynı zamanda hem katı hem de esnektirler. Bedaheti yönünden her kaidenin metni, düzensizlik ve ihtirasın anarşisine karşı bir çeşit set oluşturmaktadır; fakat belirsizliği yönünden o, her bir şahsa idealini, tecrübenin verdiği şartlara adapte edeceği ve onun ödevini ahlâkın öteki mecburiyetleriyle uzlaştıracağı şeklin seçimini bırakmaktadır. Ancak bu adaptasyon ve uzlaştırma, hem gevşeklik hem de kontrolsüz atılganlıktan uzak olan basiretli bir gayretle gerçekleşmek zorundadır. Bu tarz sayesinde Kur’ani mevzuat, başka yerde güçlükle uzlaşabilecek olan çift yönlü bir mükemmelliğe erişmiş bulunmaktadır: Sertlikle yumuşaklık, istikrarda/devamlılıkta ilerleme, vahdette kesret (tenevvu’). Bu şekilde o insan ruhuna eşit ölçüde antinomik (zıt) olan çift yönlü bir mutluluğu teminat altına almayı sağlamıştır.
“Hz. Peygamber’in fiilleri iyi olduğu için mi ahlâki örnek teşkil eder, yoksa bir fiil onun tarafından gerçekleştirildiği için mi iyidir?” şeklinde ifade edilebilecek soru üzerinden anlaşılamaz. Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilmiş bir fiil veya onun tarafından söylenmiş bir söz, o fiil onun tarafından işlenmeden veya o söz onun tarafından söylenmiş olmadan önceki konumu ile alakalı olarak değerlendirilemez. Çünkü o fiilin veya sözün, o söylemeden önce herhangi bir ahlâki değere sahip olması söz konusu değildir. Bir fiil, onun tarafından gerçekleşmeden önce herhangi bir ahlâki “vasfa” sahip olmayabilir veya “kötü” sayılabilir veya “iyi” sayılabilir. Bunların hiç birisi, Hz. Peygamberin fiili hakkında hüküm vermek için yeterli değildir. O fiile bir değer katan, ona ahlâki bir statü, bir konum veren, Hz. Peygamber’in o fiili gerçekleştirmesi, o tavsiyeyi yapması veya o fiilin yapılmasını uygun görmemesi ve yasaklamasıdır. Hz. Peygamber’in konumu o halde, rasyonalizmin çizdiği dar sınırlar içinde, aklın iyiyi ve kötüyü bilebileceği, daha doğrusu aklın iyiyi ve kötüyü belirleyebileceği gibi bir iddianın mevzusu olmanın ötesindedir.
Hz. Peygamber’i Cenab-ı Hakk “sen büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem/68:4) şeklinde tavsif ederken, Müslümanlara da, “rasul’de üsve-i hasene vardır” (Ahzab/33:21) diye işaret ederek, Hz. Peygamber’de olan ile olması gerekenin buluştuğu ve bir vahdet teşkil ettiğini; dolayısı ile bu cihetten Hz. Peygamber’in ahlâki örnek olduğunu ifade etmiş olmaktadır.
Rahmet, varlık kaynağı veya varoluş imkânı demektir. Cenab-ı Hakk’ın rahman ve rahim olduğunu söylemek, O’nun bütün mevcudatın yaratıcısı ve O’nun yaratmasının bütün varlığın kaynağı olduğunu dile getirmek demektir. Buradan hareketle, Hz. Peygamber’in “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiş olmasını, onun âlemlere, yani insanlara, kendi şahsında yeni ve bir anlamda da yeniden bir varoluş imkânı olarak gönderildiğini kolayca anlayabiliriz.
Hz. Peygamber kendi hayatında gerçekleştirdiği fiiller ve dile getirdiği ahlâki ilke ve kurallarla, etrafındaki insanlara, dolayısı ile bütün insanlığa, “yeni bir varoluş imkanı” sağlamıştır. Bu sebeple Hz. Peygamber’i mevcut ve geçerli, yani “o günün anlayışına göre rasyonel”, kriterlerle değerlendirenler, anlamamışlar; dolayısı ile onunla mahiyetine uygun bir şekilde, gereği gibi irtibat kuramamışlardır. Bir kısmı da, onun fiillerinde geçerli olana bir karşı çıkış olduğunu fark ederek, mevcut tarafını tutarak/mevcudu muhafaza etmek için ona karşı çıkmışlardır. Halbuki Hz. Peygamber kendi hayatında görünür hale gelen bir davranış düzeni ile etrafındaki insanlara yeni varoluş imkanları, yeni hayat alanları açmış, böyle olunca da, kendi hayatı makuliyetin ölçüsü haline gelmiştir. Makul, buna göre, artık eskiden geçerli olan değil, Hz. Peygamber’in hayatında tahakkuk eden, gerçekleşerek insanlar için görünür hale gelendir. Hz. Peygamberin hayatı irrasyonel veya arasyonel, gerçekliği olmayan bir iddia veya sadece bir talep olmayıp, gerçektir, çünkü gerçekleşmiştir. Bütün insanların gözleri önünde tahakkuk etmiştir. Yaşanmıştır. Gerçek ve yaşanmış olanın, makuliyet sorunu yoktur.
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği ve bizzat yaşayarak beyan ettiği dinin makuliyet sorunu olmadığı gibi, en azından sahabenin ittifakla ve tevatüren yaşayarak naklettikleri ana çerçeve -ki buna zarurat-ı diniye de denilirmakuliyetin esasını teşkil etmiştir. Daha sonra aklın iyi ve kötüyü bilip bilemeyeceği ile ilgili tartışmalar, ma’kul ve menkul ilişkisi üzerindeki bütün tartışmalar bu tevatür zemininde gerçekleşmiştir.
Hz. Peygamber’in fiil ve sözlerinin tamamının herkes tarafından aynı şekilde anlaşılacağını beklemek anlamsızdır. Onun tebliğ ve beyan ettiği tayin edici ilke ve kuralların tamamının bütün Müslümanlar tarafından aynı veya benzer şekilde algılandığı da bir hakikattir.
Tevatür sübut ve delalet yönünden yakin ifade eder. Çünkü mütevatir olan, yani tevatür olarak nakledilen herhangi bir şeyin varlığı ile bilgisi bir ve aynı şeydir. Tevatürde varlık ile bilgi özdeştir. Bunu K. Kerim üzerinden kısaca şöylece ifade edebiliriz. K. Kerim’in tevatüren nakledilmesi demek, formel bir uzlaşma için bir araya gelme ihtimali olmayan insanların birbirlerinden bağımsız olarak K. Kerim’i okumaları demektir. K. Kerim esas itibariyle “okunduğu” ve “okunarak” nakledildiği için, K. Kerim’in bilinmesi ile onun varlığını sürdürmesi bir ve aynı şeydir. Burada Kur’an’ın bilinmesi ile varolması arasında bir öncelik ve sonralık, veya illetmalul ilişkisi mevcut değildir. Kur’an’ın bilgisi ile varlığı bir ve aynı şeyin iki ayrı ifadesidir.
Ahlâki olan, olması gerekeni ifade eder. İnsanların hayatında genellikle olan ile olması gereken tam olarak örtüşmez. İnsanlar fiillerinde ve kararlarında “olmaması gereken” fiiller gerçekleştirir, verilmemesi gereken veya daha uygun veya daha iyi olan kararlar verebilirler. Olan ile olması gerekenin arasında tam bir örtüşmenin gerçekleşmesi, insan hayatında mümkün değildir. İnsan beşerdir, atasözünün dedi gibi “beşer, şaşar”. Olanın olması gereken olduğunu söylemek, ahlâkı reddetmektir.
İslâm ahlâkının ikinci kaynağı akıldır. Ancak aklın kaynak olması, kendiliğinden ve esastan müstakil ahlâki ilke ve kurallar vazetmek olmayıp, nakille gelenin anlaşılması ile alakalıdır. Bunun yanında aklın esas kaynak değeri, ahlâk alanının ilim haline getirilerek, bunun ortaya çıkardığı meseleleri ortaya koymaktır. Bu meseleler de, ana hatları ile şu şekilde sıralanabilir: (1) rivayetlerin tasnifi; (2) buradan kuralların çıkarılması; (3) rivayetler ile kurallar arasındaki irtibatı kurmanın makul yolu/yönteminin müzakere edilerek ortaya konulması. Bu çerçevede muhtelif alanları ifade etmek üzere ahlâk alanının temel kavramlarının isimlendirilerek ıstılahların geliştirilmesi de ahlâkın ilim haline getirilme sürecinin mütemmim cüz’üdür (tamamlayıcı parçasıdır).
Ahlak ilminin vazifesi uygulamaya refakat ederken ortaya çıkan imkanları kullanarak, yeni durumları değerlendirme, yeni bir durumda hangi kuralların etkin olacağı ve bu kuralların nasıl uygulanacağını belirleme noktasında ortaya çıkmaktadır. Bunu klasik dil şu şekilde ifade etmektedir: Bütün bu rivayetler ve veriler belirli kriterler çerçevesinde önce tasnif edilir, sonra bunlar belirli bir düzen içerisinde, fasıllara ayrılarak tafsil edilir; ancak bu ilim olmak için yetmez; bunun için bütün bu verilerin ve rivayetlerin anlaşılması da gerekmektedir. Rivayetlerin ve verilerin anlaşılması aşamasına tahsil edilmesi denilmektedir. Ve nihayet anlaşılmış olan rivayet ve veriler mevcut durum dikkate alınarak, ortaya çıkan sorunları kavramak ve çözmek için kullanılır. Bunun yapılabilmesi için bunların bu cihetten ele alınması ve tedkik edilmesi gerekmektedir. Bütün bu aşamalar belirli bir yöntemi ihtiva etmektedir ve bu yönteme de kısaca tahkik denilmektedir. Kısaca birinci kısımda bulunan esasın sürekli ve sistematik bir şekilde işlenerek, ilim haline getirilmesi ve bunun üzerinden yeni yetişen nesillerin belirli bir düzen içerisinde ahlâklı şahıslar olarak yetiştirilmesi imkânı ortaya çıkarılmaktadır.
İslâm ahlâkının bir rivayet bir de dirayet kısmı vardır. Rivayet kısmı, onun varlığı ve bilgisi ile alakalı iken, dirayet kısmı bir davranış düzeni ve davranış düzeninin bilgisini kendisine konu edinerek, bunu daha üst bir dilde ele alıp, bir taraftan bunların anlaşılması ve hakiki veya muhtemel karşıtlarına karşı savunulmasını sağlama yanında, yeni yetişen nesillere sistematik bir şekilde İslâm ahlâkını öğretmeyi mümkün kılmak ile alakalıdır.
Ahlâk alanının ilim haline gelmesi ve bu ilimde ortaya konulan temsil gücü yüksek eserler, bu ilmin kaynaklarını teşkil etmektedir. Gazali’nin “İhya isimli eseri İslâm ahlâkının önemli kaynaklarından biridir” dediğimizde, ahlâk ilmi alanında yapılmış önemli bir çalışma ve bu haliyle Müslümanların ahlâk ilmi alanındaki faaliyetleri hakkında doğrudan bilgi veren bir eser kast edilmektedir.
Ahlâk konuları ilk asırlarda geniş hadis külliyatı içinde, muhtelif başlıklar altında ele alınmıştır. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in ahlâkı “edeb”, “birr” ve “hüsnü’l-hulk” gibi başlıklar altında tasvir edilmiştir. Bu tasvirde doğrudan rivayet dili kullanılmış; duruma göre onun bir fiili, bir sözü veya bir takriri onun ahlâkının unsurları (şahitleri veya delilleri) olarak zikredilmiştir. Bu tür eserleri okuyanlar belirli durumlarda Hz. Peygamberin nasıl davrandığını, neyi tavsiye ettiğini ve neye müdahale etmeyerek, onayladığını görmektedirler. Bu türden eserler her şeyden önce temel hadis kitaplarıdır (Kütüb-i sitte veya Kütüb-i aşere). Bunların yanında yine muhaddisler tarafından telif edilmiş ve özellikle ahlâki rivayetlere tahsis edilmiş eserler de bulunmaktadır. Bu eserler de, başlık olarak Abdullah b. Mübarek’in “Kitâbü’z-zühd ve’rrekâik”i, Ahmed b. Hanbel’in ve Kütüb-i Sitte müelliflerinden Buhârî’nin “el- Edebü’l-müfred”i gibi muhtevalarını ifade edecek başlıklarla hazırlanmıştır.
Başlığı “âdâb” veya “edeb” olan ahlâk eserleri oldukça önemli bir yekun tutmaktadır. Bunlar arasında toplumsal ve ferdi hayatı bir bütün olarak ve birbiri ile irtibatı içinde, modern teorik sistemlere meydan okurcasına, tam bir sistem olarak ortaya koyan Maverdi’nin Edebü’d-Dünya ve’d-Dini’i yanında, bir tür iletişim, tartışma ve araştırma ahlâkı olan ve bunu aynı zamanda bir yöntem olarak ortaya koyan “adâbü’l-bahs ve’l-münazara” literatürü vardır. Bu literatür, edebü’l-kaza (muhakeme usulü) literatürü yanında Osmanlı döneminde çok ilgi görmüş ve bu alanlarda çok önemli çalışmalar yapılmıştır.
Cenab-ı Hakk’ın mutlak kudreti de dikkate alınarak kelam kitaplarının “kulların fiilleri” ile ilgili bahisleri yanında müteahhirun döneminde ilahiyat bahislerinde Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatları ele alınırken müzakere edilmiştir. İyi ve kötü’nün mahiyeti ile ilgili tahlil ve tartışmalar ise fıkıh usulü kitaplarının “hüsün- kubuh” (iyi-kötü) meselesi başlığı altında ele alınırken, akaid ve kelam kitaplarında muhtelif başlıklar altında ele almışlardır.
Birçok önde gelen sufi tasavvufu “güzel ahlâk” olarak tanımladığı için, tasavvuf ile ahlâk arasında asli bir irtibat vardır. Bu sebeple temel sufi eserlerinin her birisi aynı zamanda bir ahlâk eseri hüviyetindedir. Bunlar arasında Abdullah b. Mübarek’in Kitâbü’z- Zühd’ü, Haris elMuhasibi’nin er-Riaye li-hukukillah’ı, Kelelebazi’nin (Gülabadi), et-Ta’arrufu, Ebû Talib el-Mekki’nin Kût elKulûb’ü, Serrac’ın el-Luma’ı, Kuşeyri’nin er-Risâle’ si , Hucvirî’nin Keşfü’l-Mahcub’u, Gazali’nin İhyâ’sı, Sühreverdi’nin Avarifü’l-Mearif’i, İbn Arabi’nin muhtelif ahlâk eserleri yanında el-Fütühat el-Mekkiyye ‘si, Mevlana’nın Mesnevi’si ve daha sonra yaşayan yüzlerce sufinin eserleri, aynı zamanda az veya çok sistematik ahlâk eserleridir.
Felsefeciler arasında Kindi’den (öl. 252/866) başlayarak Ebu Bekir er- Razi (öl. 313/925), Ihvan-ı Safa, Farabi (öl. 339/950), fazla olmamakla birlikte İbn Sina (öl. 1037), İbn Miskeveyh (öl. 1030), Gazali (öl. 505/1111), Fahreddin er-Razi (öl. 606/1210), Nasirüddin et-Tusi (öl. 1274), Adududdin el-İci (öl. 1355), Celaleddin edDevvani (öl. 1502), Hüseyin b. Ali el-Kâşifi (1504) ve Kınalızade Ali Efendi (öl. 15729 eserleri, bu alanda temsil gücü yüksek eserlerdir.
İslâm ahlâkının kaynakları, nakil ile akıl olarak iki ana kısma ayrılmakla birlikte, naklin nerede bittiği, aklın nerede başladığı veya aklın nerede etkin olup naklin daha geri planda kaldığını açık ve seçik bir şekilde tespit etmek mümkün değildir. Bir fakihin, İmam Muhammed eşŞeybani’in ifade ettiği gibi, “rivayet (hadis) re’ysiz (anlayışa dayalı görüş), re’y de rivayet olmadan, olamaz”. O halde akıl ve nakil genel olarak İslâm medeniyetinde, özel olarak da İslâm ahlâkı alanında bir biriyle çelişen, muhalif iki unsur olmayıp, birbirinin mütelazımı olarak algılanmış ve böylece değerlendirilmiştir. Gazali’nin dediğine denk düşerek, nakil akla hareket alanı açmış, akıl da nakle etkin olma yollarını geliştirmiştir. Nakil ve aklı buluşturup telif eden ise, tevatür olmuştur.”