Geleneksel İlim Anlaşmasında Kelâmın Yeri
İslâm felsefecileri, ilimleri sınıflandırırken, üç ana ölçüte başvurmuşlardır; varlık sahası, ilimlerde kullanılan yöntem, gaye ölçütüdür.
İslâm kültüründe ilimlere yönelik en erken sınıflamalardan birisini meşhur İslâm felsefecisi Fârâbî (ö. 339/950) yapar. O ilimleri “dil ilmi, mantık ilmi, matematik, geometri, astronomi, musikî gibi talimî ilimler, fizik ve metafizik, medenî ilimler, yani siyaset, fıkıh ve kelâm” şeklinde sınıflandırırken (Fârâbî, 1955), kelâmı, siyaset ve fıkıh
gibi pratik (amelî) ilimler içerisinde değerlendirir. Yine bir filozof olan Âmirî (ö. 381/992) ise ilimleri dinî ilimler ve felsefî ilimler diye iki başlık altında toplar. Ona göre genel olarak dinî ilimler felsefî ilimlerden üstündür, çünkü dinî ilimlerin kaynağı peygamberler, felsefî ilimlerin kaynağı ise filozoflardır.
Felsefeciler dışında kalan isimler tarafından yapılan tasniflerde kelâm ilmine dinî ilimler içerisinde daima önemli bir konum verilmiştir.
Kelâmcılar, kelâmın en üstün ilim olduğuna dair bazı gerekçeler ileri sürmüştür; Allah’ın varlığı ve sıfatlarıyla ilgilenmesi, dünya ve ahiret mutluluğunu hedeflemesi, kullandığı delillerin hem doğru düşünebilen akıl tarafından kabul görecek, hem de ayet ve sahih hadislere uygun deliller olması gibi. Kelâmı destekleyen olduğu gibi reddeden de birçok gerekçe ortaya konulabilir.
Kelâmın Diğer İlimlere İlişkisi
Kelâm ilminin diğer ilimlerle ilişkisi, metot veya içerik açısından benzerlik, belli konuların birbirinden alınması, konuların işlenmesinde kullanılacak malzeme açısından birbirinden faydalanma gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir.
Felsefe ve Kelâm
Kelâm da felsefe de varoluş, yaradılış gibi konuları ele alır. Felsefe konuları ele alırken akıl ve mantık dışına çıkmaz ancak kelâm ise vahiyden yola çıkarak harekete
geçer. Felsefe akla uymadığını düşündüğü konularda ayet ve hadisi kabul etmez. Kelâm her ne kadar inanç konularının açıklanması ve ispatında akla yer verse de, vahyi temel kabul eder, İslâmî ilkelere bağlı kalır.
Kur’ân, Hadîs ve Kelâm
Dinin temel kaynağını Kur’ân ve hadis oluşturduğu için, kelâm ilmi açısından da temel kaynaktır. Kelâmî meselelerin ortaya konulmasında ve değerlendirilmesinde Kur’ân’ın çift taraflı bir rolü vardır. Bir yandan Kur’ân, inanç esaslarını, iman edilecek hususları bize bildirir ve ayrıca bu esasların nasıl ispat edileceği noktasında temel hareket noktasıdır. Diğer yandan da, akla dayalı birtakım çıkarımlar, ispat şekilleri ve deliller ortaya konulmuşsa, bunların Kur’ân’a uygunluk arz etmesi gerekir.
Kelâm ile hadis arasında da karşılıklı bir ilişkiden söz edilebilir. Hadis ilmi tamamen haber ve rivayete dayanır. Kelâmcıların, yazdıkları kitapların giriş kısmında bilgi
konusuna yer vererek, buralarda haberin geçerli bir bilgi kaynağı olduğunu savunmaları ve ispatlamaları, bir haberin bilgi kaynağı olabilmesi için taşıması gereken şartları ortaya koymaları, hadis ilmi için önemli bir zemin oluşturmuştur. Diğer taraftan bakıldığında, kelâmın ilgi alanına giren ve haklarında başka bir delil bulunmayan özellikle şefaat, cennet, cehennem, kabir sorgusu, kabir azabı, kıyamet alametleri gibi konularda, ravisi güvenilir olan ve ayetlerle desteklenen hadisler delil olarak kullanılmıştır.
Fıkıh ve Kelâm
Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe, fıkhı “kişinin (ebedî mutluluk açısından) lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi” olarak tanımlar. Fıkhın inançla ilgili olan kısmı
için ise “fıkh-ı ekber (en büyük fıkıh)” tabirini kullanır. Fârâbî de Ebû Hanîfe gibi dinin bir inançla bir de amelle ilgili boyutu olduğunu, dolayısıyla fıkhın da inançla ve amelle ilgili iki kısma ayrıldığını söyler. iki ayrı ilim dalı olarak gelişen fıkıh ve kelâm, başlangıçta dini anlamaya ve hüküm vermeye yönelik genel bir kavram olarak değerlendirilen fıkhın iki alt başlığı olarak görülmüştür.
Ahlâk, Siyaset ve Kelâm
Ahlâk sadece sözlük anlamını değil, Kur’ân ve hadislerin bildirdiği ve kelâmın işlediği Allah ve insan anlayışı çerçevesinde, kişinin Allah’a karşı hem iman hem de fiil anlamında doğru davranış sergilemesi de ahlâkî tutumu ifade eder. Siyaset esas itibariyle kelâmın konusu değildir. Ancak Hâricîler’in ve özellikle Şîa’nın imamet (devlet başkanlığı) meselesi üzerinde önemle durmaları ve Şîa’nın bunu âdetâ bir inanç esası hâline getirmesi, kelâmın siyaset ilmiyle ve siyasî konularla bu açıdan ilgilenmesini gerekli kılmıştır.
Tabiat İlimleri, Beşerî İlimler ve Kelâm
Kelâm ilminde ele alınan bilgiler, ya doğrudan doğruya dinî esasları oluşturan konulardır ki bunlara kelâmın temel meseleleri (mesâil ve makâsıd) denilir ya da bu temel
meseleleri açıklama ve ispat etmede aracı olan bilgilerdir. Bunlara da vesâil adı verilir.
Erken dönemden itibaren kelâmcılar, bazı dinî esasları ispat yönünde deliller kurgulamak, belli konuları açıklamak veya ayrıntılandırmak için beşerî ilimler ve
özellikle fizik, cebir, geometri, astronomi gibi bilim dallarının verilerinden yararlanmışlardır.
Kelâma Yönelik Eleştiriler
Nasları anlama ve yorumlamaya yönelik her türlü düşünce biçiminin, dinî, psikolojik, sosyal, siyasî vb. birtakım saiklerle eleştirilmesi, bu yöndeki çabaların kendine muhalif algılama biçimlerini ortaya çıkarması her dönem için söz konusu olmuştur.
Selefîler ve Sufîlerin Eleştirileri
Kelâma karşı çıkanlar büyük ölçüde Âl-i İmrân Suresi’nin 7. ayetinde bildirilen hususlara dayanmışlardır. Bu ayette, “Kur’ân’ın, anlamı apaçık olan ayetlerin (muhkem) yanı
sıra nispeten anlaşılması güç ve mecazî ifade tarzlarına sahip ayetleri de (müteşabih) içerdiği ve bu ikinci kısımdakilerin inananlar tarafından sorgulanmadan kabul
edildiği, ancak kalplerinde sapma bulunanlar ve fitne çıkarmak isteyenlerin bu gibi ayetleri yorumlama cihetine gittikleri” buyurulur. Bu temelden hareketle, ilk iki halife döneminde Kur’ân’ın yorumuna dalmadan ve üzerinde derin araştırmalara girişilmeden naslar olduğu şekliyle kabul edilmiştir. Kur’ân’da Allah hakkında zikredilen sıfatlar hiçbir şekilde yaratılmışların özellikleriyle kıyaslanmamış ve eksikliklerden münezzeh bir Allah inancına sahip olmak için son derece özen gösterilmiştir. Kur’ân ve hadisin mutlak otoritesine bağlılık ve bunların akıl ile yorumlanmasının gereksizliğine olan inancın çerçevesi sonraki dönemde daha da genişletilmiştir ve sahabenin, hatta onlardan sonra gelen nesil olan tâbiûnun inanç sahasındaki ifadeleri ve tavırlarının tartışılamazlığı
noktasına kadar götürülmüştür.
İlk dönem Müslümanlar ile başlayan, ilk mezhep imamları ve sonrasında Selef’in yolunu takip eden Hanbelî âlimleri ile devam eden kelâm karşıtlığı, gelenek içerisinde özel bir literatür oluşması noktasına kadar gitmiştir. Bunun müstakil eser olarak bilinen ilk örneği, Ebû İsmail Hâce Abdullah b. Muhammed el-Herevî’nin (ö. 481/1088) Zemmü’l-kelâm ve ehlihî isimli eseridir. İbn Kudâme’nin (ö. 620/1223) Tahrîmü’n-nazar fî kütübi ehli’lkelâm ve Zemmü’t-te’vîl, İbnü’l-Vezîr’in (ö. 840/1436) Tercîhu esâlîbi’l- Kur’ân alâ esâlîbi’l-Yûnân gibi eserleri konuya tahsis edilmiş diğer örneklerdir. Bunların yanı sıra, İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ve onun öğrencisi İbn Kayyim el- Cevziyye’nin (ö. 751/1350) hemen hemen tüm eserlerinde kelâma ve kelâmcılara yönelik keskin eleştiriler yer
almaktadır.
Sufîler, nazar ve istidlâle dayanarak açıklamalar yapma ve hüküm vermeye karşı çıkmaları açısından kelâm eleştirilerinde Selef ile paralel bir çizgide yer alırlar. Her
ne kadar onlar maddî âlemde ve dünyevî işlerde akıl ve tecrübenin rehberliğini kabul etseler de, kelâmcıların akla dayanarak Allah, Allah’ın isimleri, sıfatları, fiilleri, ruh vb. hususlar üzerine konuşmalarını, bu gibi konularda aklî istidlâller ve mantıkî kıyaslara dayanarak fikir beyan etmelerini ilmî ve dinî açıdan tamamen değersiz görürler. Onlara göre insanı hakikate ulaştıracak, Allah ve sıfatları hakkında bilgi verecek vasıtasız bilgi kaynağı olarak keşf ve ilham yöntemidir. İç tecrübeye ve manevî müşahedeye dayanan vasıtasız bilgi, ki sufîler buna ilim değil, marifet ve irfan gibi isimler verirler, nasların nakil veya rivayet edilmesine veya aklın yaptığı kıyas ve istidlâle dayanan vasıtalı bilgilerden, yani ilimden daha değerli ve daha önemlidir.
Kelâmcılar ise sufîlerin bilgi elde etmenin gerçek yolu olarak gördükleri keşf ve ilhamı, hakikate ulaştırıcı bir bilgi vasıtası kabul etmezler. Çünkü ilham herkes tarafından kullanılması ve kontrol edilmesi mümkün olan bir bilgi elde etme yolu değildir. Keşf ve ilham sahibi kişi hatadan korunmuş da değildir. Keşf ve ilham bir açıdan ictihatla benzerlik arz eder. Nasıl ki ictihat sadece sahibini bağlarsa, keşf ve ilham da ancak sahibini bağlar ve ictihat gibi zan ifade eder.
Mutasavvıfların kelâma yönelik eleştirileri bilgi kaynakları konusunda kelâmcılarla aralarındaki görüş farklılığından ve konuları farklı bir düzlemde değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Selefî bakış açısından gelen eleştirilerin bir kısmında haklılık payı olmakla birlikte, bunlar kelâmın kökten reddini haklı kılmaz.
Nassın anlaşılmasında tamamen zahire bağlı kalan, yorumda bulunmayı reddeden Selefî tutumun, nasları anlamada ve kelâmî problemleri çözmede yetersiz kalacağını kabul etmek gerekir. Şüphesiz Allah Teâlâ, insanlara hakikati bulabilmeleri, önlerini aydınlatabilmeleri ve gereğince davranıp kurtuluşa erebilmeleri için Kur’ân’ı indirmiş ve onlara peygamberi aracılığıyla mesajını ulaştırmıştır. Bu gayelere ve hikmetlere yönelik olarak indirilen bir kitabın bazı yerlerinin hiçbir insan tarafından anlaşılamayacak olması, peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek noktasındaki ilâhî hikmetin gerçekleşmemesi, dolayısıyla boşuna (abes) ve hikmetsiz bir şeyin tercih edilmesi
demektir. Yüce Allah böyle olmaktan münezzehtir. O hâlde Kur’ân’ın her tarafı anlaşılabilir olmalıdır. Şu kadarı var ki, belli noktaların herkes tarafından anlaşılması,
ancak belli bir ilmî seviyeye sahip kimseler tarafından ve belirli ilkeler çerçevesinde yorumlanıp onlara anlatılması ile mümkün olacaktır. Böylelikle kitap indirmekteki
hikmet de gerçekleşecektir.
İslâm Felsefecilerinin Eleştirileri
İslâm felsefesinin en önemli temsilcileri olan Fârâbî ve İbn Sînâ (ö.428/1037) ilâhiyyât, nübüvvet ve meâd (ahiret) gibi temel meseleleri de konu edinmiş olmakla birlikte
görüşleri büyük ölçüde Aristotelesçi-Yeniplatoncu gelenek çerçevesinde şekillenmiştir. Bu doğrultuda onlar âlemin meydana gelişini yaratma ile değil, sudûr nazariyesi ile açıklama yönüne gitmişlerdir. Bu şekilde onlar, âlemin belli bir zaman içerisinde Allah’ın kudreti, iradesi ve yaratma fiiliyle yoktan yaratıldığı tezine aykırı bir görüş ortaya koymuşlardır. Hâlbuki kelâmcıların en temel ve ortak kabul ettikleri husus budur. Fârâbî ve İbn
Sînâ, yoktan yaratmayı kabul etmedikleri için kelâmcıların yoktan yaratmayı ispat etmek için kullandıkları atomcu anlayışı reddeder ve bunu eleştirirler. Fârâbî ve İbn Sînâ kelâma yönelik açık ve sistmeli bir eleştiri görülmez. Felsefe cenahından kelâma yönelik köklü ve sistemli eleştiriler İbn Rüşd (ö. 595/1198) tarafından ortaya konulmuştur. İbn Rüşd felsefesinin temel özelliklerinden birisi, felsefe ile din arasında bir uzlaşma arayışıdır. Ona göre bir hakikat bir diğerine zıt olamayacağı için, akılla elde edilen bilgi ve deliller ilevahiy yoluyla elde edilen bilgi ve deliller kesinlikle birbirine ters düşmez. Bununla birlikte, dinî olan ile felsefî olan arasında görünürde bir uzlaşmazlık vardır. Bunu
aşmanın yolu, ikisini kendi bağlamları içerisinde ele alıp değerlendirmektir. İbn Rüşd’e göre felsefe ve dinin kendine özgü prensip ve esasları vardır, bunlar birbirinden farklı olmak durumundadır; birinin diğerine karıştırılması yanlışlıklara sebep olur. Dinî meselelerin de felsefî problemlerin de doğrusu kendi içinde belirlemelidir. İbn Rüşd metoda yönelik eleştirileriyle teorik bir çerçeve kurduktan sonra, bu doğrultuda kelâmcıların belli konulardaki görüşlerini de tenkit eder. Bunlardan ilki ve
belki de en önemlisi, kelâmcıların atom teorisi üzerine bina ettikleri ve Allah’ın varlığını ispat noktasında başlıca delilleri olan hudûs (âlemin yaratılmışlığı) deliline yönelik
eleştirisidir. Ona göre, kelâmcıların hudûs delili oldukça muğlak ve zor anlaşılır bir yapı sergiler. Öyle ki, muhatap kitlenin büyük çoğunluğunu oluşturan, iknaî sözlerle
tasdik ve imana ulaşan kimseler bir yana, kelâmda yetkinlik kazanan kimseler tarafından bile takip edilmesi ve kullanılması zor bir metottur. Ayrıca Kur’ân’da âlemin yaratılmasına ilişkin hususlarda hudûs ve kıdem gibi lâfızlar kullanılmamıştır. Dolayısıyla bu terimleri kullanmak bid’attir. Delilde söz konusu edilen âlemin maddesiz ve zamansız yaratılması gibi hususları avam anlayamayacağı için, bu gibi kavramların kullanılması
halkın çoğunluğunun, özellikle de cedel ehli olan kelâmcıların akidesini bozacak birtakım şüphelere sebep olmuştur. Kelâmcılar İbn Rüşd’ün iddiasının aksine farklı
muhatap kitleleri hedefleyen daha ziyade iknaî içerikli müstakil eserler de kaleme almışlardır. Özellikle V./XI. yüzyıldan itibaren de akaid risalesi mahiyetinde bu tür
eserler yazmak bir gelenek hâline gelmiştir. Bunun yanı sıra, ne kadar isabet ettikleri tartışılabilirse de, ortaya konulan tezlerin ve bunu ispat sadedinde getirilen delillerin Kur’ânî dayanaklarını bulma gayreti, kelâmın ayırt edici vasıflarından biri olmuştur.
Günümüzde Kelâma Yöneltilen Eleştiriler
Kelâma, klasik gelenek içerisinde olduğu gibi, günümüzde de çeşitli hususlarda eleştiriler yöneltilmektedir. Bunların bir kısmı, kaçınılmaz biçimde geleneksel eleştirilerin yeni
bir form ve üslup içerisinde yeniden takdim edilmesi şeklinde ortaya çıkar. Tamamen orijinal, gelenekte kökü bulunmayan yeni eleştiriler ortaya konulması da
beklenemez. Ancak şu kadarı var ki, zamanın getirdiği yeni bilgi birikimi ve şartlar çerçevesinde farklı bakış açılarıyla yeni değerlendirmeler de yapılmıştır ve
yapılmaktadır. Bu dönemde kelâma yöneltilen eleştirilerden birisi, soyut bir felsefî bakış açısı düzeyinde kalarak, insan davranışlarını biçimlendirmeye yönelik pratik bir etki
ortaya koyamamış olmasıdır. Buna göre kelâmın vazifesi Kur’ân’dan hareketle bir fikrî üst yapı, yani bütüncül bir dünya görüşü oluşturmak olmalıdır. Bu şekilde kelâm, insana yol göstererek, onu Kur’ân’da “takvâ” olarak isimlendirilen, Allah’a, tabiî çevreye ve insanlara karşı ahlâkî duruşa sevk etmeye çalışmalıdır.
Eş‘arî kelâmı Allah’ın kudret ve iradesinin mutlaklığını koruma adına, insanın hürriyetini nerede ise yok sayan bir açıklama tarzı geliştirmiş, sanki Allah ile insanın irade ve kudretini zıt kutuplar gibi değerlendirmiştir. Âdetâ ikincisini kabul etmenin birinciyi ortadan kaldıracağı gibi aşırı sakınmacı bir düşünceyle hareket etmiştir. Bu eleştiri belli yönlerden haklılık arz eder. Ancak bir düşünceyi değerlendirirken, onun ortaya çıktığı psikolojik, sosyal ve fikrî ortamı da dikkate almak gerekir. Bilindiği üzere Eş‘arî kelâmının ilk ortaya çıkışı, Mu‘tezile’ye karşı bir tavır şeklinde olmuştur. Dolayısıyla Eş‘arîler’in
insanın tamamen zorlama altında olduğu ve hürriyetinin nerede ise sıfırlandığı izlenimi veren yaklaşımı, ilk bakışta Allah’ın irade ve kudretini sınırlama pahasına insanın
irade ve eylem özgürlüğüne vurgu yaptığı görülen Mu‘tezilî düşünce ile kendisini ayırmayı hedefleyen tepkisel bir tutumdur.
Kelâma yöneltilen son dönem eleştirilerden bir diğeri de şudur: Kelâmda belli bir öğretiyi desteklemek için delil getirilen nas, bu yorumlanmış hâliyle mutlaklaştırılmış ve
sorgulanamaz biçimde gelenek içinde nesilden nesile aktarılmıştır. Bunun devamında da aslında belli bir dönemde ve belli şartlar altında oluşturulmuş bir fikir,
aşılamaz “ilk ve son söz” olarak değerlendirilmiştir. Bir diğer iddia, artık bir tür slogan hâlinde söylenegelen, özellikle Eş‘arîliğin âlem ve Allah tasavvurunun, tabiattaki varlıklar arasında sabit ilişkileri, “olayların akışının öngörülebilmesi” düşüncesini reddettiği için, tabiî âlem hakkında yeterli çalışma yapılmasının önünü tıkadığı ve bu şekilde İslâm dünyasının bilimsel ve fikrî anlamda geri kalmışlığına sebep olduğu hususudur. Bu iddia birkaç yönden tutarlı görünmemektedir. İlk olarak, kelâmcıların reddettikleri husus, âlemde bir düzenliliğin, varlıklar arasında öngörülebilir ilişkilerin varlığı değil, bu ilişkinin bir yandan varlıkların özsel nitelikleri sebebiyle olduğu, diğer yandan da rastgele ve tesadüf eseri medyana geldiği varsayımlarıdır. Son olarak kelâmın donmuş bir düşünce olduğu ve çoğu zaman bir kısır döngü içerisinde cerayan ettiği iddiası üzerinde durmak gerekir. Buna göre kelâm güncelden koparak yeni düşünce ve ideolojiler karşısında İslâm’ı yeterince savunamadığı gibi, vahyin amaçlarından birisi olan insanı ve tabiatı incelemekten uzaklaşmıştır. Dinin kaynağını teşkil eden vahyin merkezinde insana yer verilmişken, kelâmcılar bunu Allah merkezli hâle getirmişlerdir. Dolayısıyla kelâmın aslî konusu Allah’ın zatı değil bizzat insan olmalıdır. Yani kelâm, insanların sorunlarının incelenmesi, araştırılması şeklinde en geniş anlamıyla bir antropoloji, insan bilimi hâline getirilmelidir. Böyle bir iddia, kelâmın sadece dinin esaslarını aklî ve naklî delillerle açıklayan bir uğraşı olmaktan çıkıp, siyasî ve toplumsal alana dair bütün problemleri çözmeye yönelen bir ilim olması gerektiğini ifade eder. Ancak belirtmek gerekir ki, sadece insanı merkeze alan bir kelâm, metot ve konu bakımından doğru olmayacağı gibi, vahyin öğretisiyle de örtüşmeyecektir. Zira vahiyde sadece insan değil, bir denge oluşturacak
biçimde Allah ve âlem de merkezî kavramlar olarak yer almaktadır. Kelâmın bütün problemleri çözmeye yönelmesi talebi ise fıkıh ve ahlâk gibi ilimlerin yanı sıra birçok sosyal bilimin işlevini de kelâma yüklemek anlamına gelecektir. Konusu ve gayesi itibariyle kelâmın yapması gereken, dinin değişmez ilkelerini ortaya koyarak, yeni problemlerle yüzleşme noktasında diğer bilim dallarına bir temel ve çerçeve oluşturmaktır. Söz konusu problemlerin inanca yönelik boyutları bulunması veya bu problemler üzerinden dine karşı eleştiriler ileri sürülmesi hâlinde ise kelâm, meselenin etraflıca incelenmesini gene ilgili bilim dallarına bırakarak, onların ortaya koyduğu verileri kullanmak suretiyle gereken hükümleri verecek ve savunuyu gerçekleştirecektir. Böylelikle onun âdeta sınırları belirsiz bir malumat yığını olmasının ve var oluş gayesini gözden kaçırarak özünde kendi ilgi alanına girmeyen tali meselelere takılıp kalmasının önüne geçilmiş olacaktır.