Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada yeni yönelişler ifadesiyle Hindistan, Malezya gibi Doğu Asya’dan Avrupa ve Amerika’ya kadar tanık olduğumuz pek çok gelişmelere değinilmektedir. Ancak ilk olarak Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada yeni yönelişlerin doğmasına yol açan bazı tarihî gelişmelere sırasıyla bakmakta yarar vardır. Bunlar şöyledir:
Tarihselci Yaklaşımlar
Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada semiyotik sürecin devreye sokulması, esasen Kur’ân’ın tarihsel ve dilsel formuyla; yani Kur’ân’ı oluşturan her türlü imkânın kodlarını tespit etmekle yakından ilgilidir. Ayrıca semiyotik süreci uygularken karşı karşıya kalınabilecek bir başka problem de Kur’ân’ın normatif yapısıyla ilgilidir. Kur’ân’ın bir eda dili değil, bir telakki dili olması da aslında böyle bir okumayı zora sokmaktadır; yani Kur’ân’da esas olan, metinde var olan manayı tespit etmektir. Bu nedenle Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada semiyotikten istifade etmek mümkün ise de bunu Kur’ân’ın tamamına uygulamanın imkânsızdır.
Fazlurrahman
Fazlurrahman’ın önerdiği Kur’ân’ı anlama yönteminin batı hermenötik geleneğinden etkilendiği görülmektedir ancak yine de batı düşüncesine bağlı bir tefsir yöntemi uygulamaya çalıştığı söylenemez. Almış olduğu sıkı dinî eğitim ve eserlerinde yoğun bir şekilde kullandığı İslâm düşüncesinin klasik kaynakları, onun Müslüman dünya görüşüne bağlı kaldığını gösterir. Ona göre Kur’ân’ı bu asrın icaplarına uygun bir şekilde anlayabilmek için yeni bir okuma-anlama metodolojisi geliştirmek ve bu metodoloji, hem geleneksel bilgiyi doğru bir şekilde anlamamıza imkân tanımalı hem de çağın problemlerine çözümler üretebilmelidir. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama yöntemimiz, Fazlurrahman’a göre ikili bir anlama faaliyetine ihtiyaç duyar.
İlki Kur’ân’ın indiği döneme gitmek ve o dönemi bir bütün olarak değerlendirmektir. Bu faaliyet de iki aşamadan oluşur:
Fazlurrahman’a göre, özellikle 19. asırda İslâm dünyasında bir modernleşme hareketi başlamış, bu hareketin İslâm’ın temel metinlerine dönme çağrıları, Müslümanların kendilerine gelmesine neden olmuştur.
Arkoun’un Kur’ân nasslarını yorumlama çabasına giriş yaptığı kapı, tarih kapısıdır. Bu nedenle yorum sahasındaki tek çabası, Arap-İslâm düşüncesine tarihselci bakış açısını egemen kılabilmektir. Ona göre hiçbir şey tarihsel olmaktan kurtulamamaktadır. Öyle ki hakikat denen şeyin kendisi bile tarihseldir.
Arkoun’a göre, Kur’ân nassı ile onun yorumu durumunda olan nasslar arasında kesin bir ayırım vardır. Ona göre, “Kur’ân” ayrıdır, “Kur’ân olgusu” ayrıdır.
Hasan Hanefi, geleneğin yorumlanmasının sadece kendi kaynaklarımızın öngördüğü metodolojilerle değil, aynı zamanda Batı kaynaklı yorum teorilerinden de yararlanmak suretiyle gerçekleştirilebileceğini düşünür.
Ona göre, İslâm ümmetinin diğer topluluklara üstünlüğü, temelde kitaplarının tahrif edilmemiş olmasıdır. Kur’an’ın peyderpey indirilmesi ve Kur’ân’ın anlamının sabit olmadığını savunmaktadır. Hasan Hanefi’ye göre, bugün İslâm dünyasında öne çıkartılması gereken tefsîr “vakiî/olgusal tefsîr” olmalıdır. Vakiî tefsîr, asla literal (sadece lafzın sınırları içerisinde hareket eden) bir tefsîr değildir. İçerik ve gaye kriterlerini göz önüne alır, makâsıd ve mesâlih ekseninde hareket eder; çünkü zarurât-ı dîniyyeyi (canın, malın, aklın, neslin, dinin korunması zarureti) bırakıp; ikinci, üçüncü konulara takılmak, vahyin mantalitesine terstir. Bu nedenle hayatın içinde bizzat yaşanarak elde edilen tecrübeler ışığında bir tefsîr hareketine girişmek, çok daha gerçekçi olacağını benimsmiştir.
Ebu Zeyd’in Kur’ân’ı anlama konusunda gündeme getirdiği en önemli iddialardan birisi Kur’ân ile olgu arasındaki ilişkiye dair açıklamalarıdır. Buna göre, bazen Kur’ân olguyu belirlediği gibi bazen de olgu Kur’ân’ı belirler.Ebu Zeyd’in nass-olgu arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmak için kullanacağı enstrümanlar, bütünüyle dilbilimsel olacaktır. Mademki dil bir remizler sistemidir, o halde dilde vakıalar, birer sembole dönüşerek varlık kazanırlar. Dil bu anlamda, bir ilişkiler sistemine sahiptir. Ona göre, Kur’ân’ı yorumlarken kesinlikle göz ardı edilemeyecek tek bir husus varsa o da beşerin maslahatlarıdır. Bu maslahatların tamamının Kur’ân’da mevcut olduğunu söylemek ise çarpık bir bakış açısıdır. Ona göre, nasslarda “mana” ve “maksat” ilişkisi göz ardı edilmemelidir.
Matbu Kur’ân tercümelerinin ilk basımları, Tanzimat fermanından sonra görülmeye başlanmıştır. Türkiye’de pek çok Kur’ân meâli basılmıştır. Bu meâllerin bir kısmı, özgün çalışmalar niteliğindedir. Kimi meâller ise Batı’da yahut İslâm dünyasının bir başka bölgesinde yapılmış çalışmalardan etkilenmiştir. Kimileri ise aslında tefsîr olarak yazılmış olan eserlerin meâl kısımlarıdır. Türkiye’de yapılan bazı meâl çalışmaları ise şiir şeklindedir. Son dönemde Türkiye’de dikkat çekici bir meâl çalışması da âyetlerin alt kısımlarına kelime kelime Türkçelerinin yazılmasıyla hazırlanan kelime izahlı Kur’ân meâlleridir.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın 1930’lu yıllarda hazırlamış olduğu tefsîr çalışmasının meâl bölümü, Türkiye’deki mevcut meâllerin en önemlilerinden sayılır. Hamdi Yazır’ın Kur’ân meâlini aslında iki bölümde mütalaa etmek gerekir. Bu bölümlerden ilkini, tefsîrinin sadece meâl kısmı oluştururken, ikincisini eserin tefsîr kısmında yer alan Kur’ân tercümeleri oluşturur. Elmalılı kendi çalışmasını, bir tefsîr ve meâl olarak değerlendirmiştir.
İlk baskısı 1947 yılında neşredilen Tanrı Buyruğu, temel olarak iki bölümden oluşmaktadır. Doğrul bu meâli, Doğu-Batı kaynaklarını ayırt etmeksizin taramak suretiyle kırk yılda tamamladığını anlatır. Tefsîrî tercümeyi esas alır ve gerçekten akıcı ve anlaşılır bir Türkçe kullanır. Sûreler hakkında kısa bilgiler verir. Âyetler arasındaki bütünlüğe azami gayret gösterir. Mevlana Muhammed Ali’nin Kadıyanî görüşlerinden etkilendiği yönünde eleştirilmektedir Bununla birlikte meâlinde kabulü kolay olmayan bazı açıklamaların bulunduğu da söylenebilir.
İlk defa 1953 yılında üç cilt halinde basılan Kur’ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, açıklamalı bir Kur’ân meâlidir. Meâlde mümkün olduğu kadar harfî tercümeye riâyet edilmiştir. Dolayısıyla fiillerin zamanlarında, kelimelerin Arap dilindeki asıl karşılıklarında herhangi bir tasarrufa gidilmemiştir. Âyetlere bilimsel veriler ışığında açıklamalara gitmemiş, bu gibi okuyucuya bırakmıştır. Çantay’ın meâline ilişkin bazı eleştiriler de mevcuttur. Meselâ anlaşılır bir Türkçe kullanılmaması, esas metinde bulunan zamir ya da ism-i işaretleri de paranteze aldığı şeklinde eleştirilerdir.
Meâlcilik hareketinin doğuşunu hazırlayan sebepler, çağın ve Müslümanların gereksinimleriyle yakından ilgilidir. Bu nedenle Kur’ân’ı anlama ve yorumlamada ortaya çıkan yeni yönelişleri oluşturan şartlar, meâlcilik hareketini de etkilemiştir. Bu hareket içerisinde yer alan insanların dindarlardan oluşması oldukça önemlidir. 1970’li yıllarda Seyyid Kutub’un Türkçeye tercüme edilen Fi Zilâli’l- Kur’ân adlı tefsîri ile Yoldaki İşaretler adındaki kitabı, daha sonra neşredilen Mevdûdî’nin Tefhîmu’l-Kur’ân’ı ile Kur’ân’da Dört Terim’i ve usûl sahasında İsmail Cerrahoğlu’nun Tefsîr Usûlü, Türkiye’deki meâlci kesimi derinden etkilemiştir.
1980 ihtilalinden sonra Kelime dergisini çıkaran grup, Kur’âncı söylemin önemli örneklerini yansıtan yazılar kaleme almıştır. Bu dergide Muhammed Esed’in Kur’ân Mesajı’ndan pek çok tercüme de yapılmıştır.
Meâlcilik hareketinin temel argümanı, Kur’ân’ın açıklayıcı ve anlaşılır bir metin olmasıdır. Öze dönüş ya da Kur’ân’a dönüş şeklinde nitelendirilen meâlcilik, niyeti itibarıyla öyle olsa da gerçekte bunu tam olarak sağlayamamıştır. Kur’ân’a dönüş yolunda gayret sarf edenlerin, kimi zaman birbirini hiç tutmayan meâllerle karşılaştıktan sonra hayal kırıklığı yaşadıkları da görülmektedir.
Müslüman entelektüellerin, meâl okumalarından sonra dinî bilgi açısından birçok konuda yetersiz olduklarını görmüş olmalarından dolayı Türkiye’de meâl-tefsîr tarzı kısa tefsîrlerin doğuşunu hazırlamıştır. Meâl-tefsîrler sahasında Türkiye’de neşredilmiş en önemli eserler; Muhammed Esed’in Kur’ân Mesajı adındaki çalışması ile Mustafa İslâmoğlu’nun Hayat Kitabı Kur’ân’ı ve İhsan Eliaçık’ın Yaşayan Kur’ân’ıdır.
Kur’ân’ı günümüz dünyasına anlaşılır bir dille sunmak amacıyla kaleme alınmıştır. Klasik tefsîr usûlünün etkisinde kalmakla birlikte bu geleneğe, yeni yorum yöntemlerini uygulamıştır. Esed’in pek çok âyeti mecaza hamletmesi ve bazı mucizeleri ise rasyonalist bir yaklaşımla tefsîr etmesi eleştirilmiştir. Her ne kadar Esed’in tefsîrini gelenekten sapma olarak görenler varsa da doğru olanı, bu yönelişleri bir sapmadan ziyade bir çıkış yolu olarak görmektir
Kur’ân’ın nüzûl sırasına göre tefsir edilmesi Kur’ân’ı anlama yöntemi olarak Hz. Peygamber (sav) dönemine kadar uzanan bir geçmişi vardır. Kur’ân’ın bütünlüğünü ön plana alan bu aşama, elde ettiği bütün tarihî verileri, bir de Kur’ân’ın âyet ve sûreler arası ilişki ağlarını gözden geçirip, her ifadeyi siyakını dikkate alarak yorumlar.
Nüzûl sırasına göre tefsîrin merkezî unsuru Kur’ân’dır ve bu açıdan Kur’ân’a dönüş söylemlerine denk düşen bir iddiaya sahiptir. Kur’ân’ı nüzûl sırasına göre yorumlayan tefsîrlerin en önemlilerinden ilki Muhammed İzzet Derveze’nin et-Tefsîru’l-Hadîs’idir. Türkçe’ye de tercüme edilen bu tefsirin müellifi ile aynı dönemde yaşayan Abdülkadir el-Furâtî’nin kaleme aldığı el-Beyânü’l-Meânî adındaki tefsîr de ikinci sırada yer alır.
1941-1945 yılları arasında eserini tamamlayan müfessirin bu tefsîri yazma amacı, modern dönemde İslâm dünyasının Kur’ân’ı anlama noktasında ihtiyaç duyduğu meselelerde onlara yardımcı olmaktır. Kur’ân’da oluşturulan amaç/usûl ve araç/vesâil konuları, tefsîrinde başarıyla ele alınmıştır. Derveze, kendi döneminde pek çok yorumcunun içine düştüğü hataya düşmemiş, Müslüman toplumların geri kalmışlıklarından kaynaklanan kompleksli bir yaklaşıma tefsîrinde hemen hiç yer vermemiştir. Tefsîrinde eleştirilebilecek en ciddi görüş, Kur’ân kıssalarının anlatımında önemli olanın, verilmek istenen mesaj olduğunu iddia etmesidir.