İslâm Mezhepleri Tarihi’nin belki de en önemli konusu sayılabilecek Şîa, Ehl-i Sünnet’ten sonra en fazla taraftarı olan ve İslâm tarihindeki fırkalaşmalara en belirgin katkıda bulunan mezheplerden birisidir. İslâm’ın anlaşılması, yorumlanması ve yaşanması hususunda Ehl-i Sünnet’ten farklı bir üslup geliştiren Şîa’nın ilk olarak ortaya çıkışında dinin mi yoksa siyasetin mi daha belirleyici olduğu tartışmalı bir konudur. Tartışma konusu olan diğer bir nokta, Şiîliğin zuhur ettiği vaktin tespiti konusudur. Aynı zamanda Şîa’nın meşruiyet iddialarının temelini oluşturan bu husus sadece Ehl-i Sünnet âlimleriyle Şiî ulema arasında değil, bizzat Şîa’nn kendi içinde de tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Hiç şüphesiz buradaki ihtilaf, siyasî bir hareket olarak Şiîlikle dinî bir mezhep olarak Şiîliğin tam manasıyla birbirinden ayırd edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Elbette Şîa bunu bir arada değerlendirdiğinden dolayı Şiîliğin ortaya çıkışını Hz. Muhammed’in zamanına kadar geri götürmektedir. Şiîlikle ilgili tartışmalı konulardan bir diğeri, onun kökeni konusundaki görüşlerdir. Şiîliğin, Arap ve İran asıllı olduğundan Yahudi-Hristiyan asıllı olduğuna varıncaya kadar birçok görüş ortaya atılmış ve her bir görüş Şiîliğin bu asıllarla olan irtibatını kurmaya çalışmıştır. Bu soruya verilecek cevabın Şiîliğin kollarına göre farklılaşacağını da gözden kaçırmamak gerekir. Şiîliğin üç ana kolunu oluşturan Zeydiyye, İsmâiliyye ve İmâmiyye’nin tarihî süreç içerisinde almış olduğu şekil, onların kökeni ve hangi unsurlardan etkilendikleri hakkındaki sorulara açıklık kazandıracaktır.
Şîa, Arapça’da “ş-y-‘a” kökünden gelen bir kelime olup taraftar, yardımcı, partizan, destekleyen ve bir konuda bir araya gelen klik anlamlarında kullanılmaktadır. Arap dilinde, bir kimsenin Şîası denildiğinde onun tâbileri, mensupları ve destekleyicileri anlaşılır. Kısacası Şîa, bir toplumda aynı mesele etrafında teşekkül eden gruplardan (fırkalar) her birisine verilen isimdir. Bu yönüyle cemaat teriminden daha farklı bir anlamı olan Şîa, daha çok ayrılma, bölünme, parçalanma anlamında hizipleşme ve klikleşmeyi ifade eden bir lafızdır. Özellikle Hz. Osman’ın hilâfetinin ikinci dönemi ile Hz. Ali’nin hilafeti sırasında, Müslümanların farklı görüşler etrafında toplanmaları üzerine, toplulukları belirlemek için, Şîatu Ali, Şîatu Osman, Şîatu Muaviye gibi şekillerde kullanılmış ve bundan kesinlikle mezhep anlamı kastedilmemiştir.
Şiî müellifler, meşruiyet gerekçesiyle Şîa’nın lafzî ve ıstılahî anlamını birbiri yerine kullanırken, bazı Sünnî kaynaklar da o dönemdeki mevcut siyasî topluluk için Râfıziyye veya Sebeiyye isimlerini kullanmışlardır. Muhaliflerinin zem, dışlama ve ayıplama maksadıyla kullanmış oldukları bu kavramların dinî içeriklerinin ve bununla ilgili diğer görüşlerin ne zaman, kimler tarafından ve hangi şartlarda savunulduğu ve aidiyeti konusunda ise önemli tartışmalar vardır.
Şiîliğin ne zaman ortaya çıktığı konusunda, Sünnî ve Şiî âlimler arasında görüş ayrılığı bulunduğu gibi, Şiî ulemanın kendi içinde de bir birliktelik mevcut değildir. Bu karışıklığın en önemli sebebi, Şiîliğin siyasi ve dini tarihinin iyi kavranamamış ve hangi cephesinin ne zaman ortaya çıktığının sağlıklı bir şekilde değerlendirilememiş olmasıdır. Belki bundan daha önemlisi, hangi Şiîliğin ne zaman ortaya çıkıp hangi unsurları kapsadığının mezhepsel kaygılardan uzak bir şekilde tespit edilememiş olmasıdır.
Şîa fırkalarının görüş ve düşüncelerini inceleyen eski ve yeni araştırmacıların bir kısmı, bu fırkanın değişik dinî ve felsefî sistemlerden etkilenme sonucu ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Bir grubun iddiasına göre, imamın nass ve vasiyetle tayin ve tespit edileceği düşüncesi, İslâm toplumuna, Yahudi asıllı olup İslâm’a girdiğini ileri süren Abdullah İbn Sebe vasıtasıyla intikal etmiştir. Onun ileri sürdüğü düşüncelerle Şîa’nın kabul ettiği prensipler arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır. Bu nedenle Şiîliğin Yahudi düşüncesinden kaynaklandığı; bünyesindeki cehâlet, aşırılık ve hevâya tabi olma hususları dikkate alındığı zaman ise Hıristiyanlıkla paralellikler arz ettiği ileri sürülmüştür.
Bir başka hipotez, Arapların hür seçime, Farslar’ın ise hükümdarlık ve bunun verâsetle intikaline meyilli oldukları; tabiatları gereği halifenin seçimle iş başına geleceğini düşünmemeleri; Hz. Peygamber’in vefatını takiben, vârisi olmayanların onun halifeliğini üstlenmelerini hilâfeti gasp etmek olarak kabul etmeleri; İslâm perdesi altında Ehl-i Beyt muhabbeti izhar ederek Ali’nin gördüğü muameleye karşı çıkmaları; Hz. Hüseyin’in İran hükümdarı Yezdücürd’ün kızıyla evliliği sebebiyle Hüseyin’in neslini eski hükümdarlarının vârisleri gibi kabul etmeleri ve Selmân-ı Fârisî gibi Hz. Ali yanlılarının İran asıllı olması gibi sebeplere dayanılarak Şiîliğin Fars kültüründen etkilenme sonucu ortaya çıktığı iddiasıdır.
Zeydîlik, İmâmiyye Şîası’nın dördüncü imamı Ali b. Hüseyin Zeynelâbidîn’in (ö. 94/712) oğlu Zeyd’e (ö. 122/740), ondan sonra da oğlu Yahya’ya (125/743) uyarak onların imâmetini ileri sürenlerin mezhebidir (Fığlalı, 1996, s. 123). Şiî fırkalar arasında mutedil ve Ehl-i Sünnet’e en yakın olması ve diğer Şiî grupların aksine, ilk üç halifeyi kabullerinden dolayı Makdisî ve Mesûdî gibi bazı ilk devir müellifleri, haklı olarak Zeydîliği Şîa’nın dışında tutmuşlardır. Onların itikatta Mu‘tezile, amelde de Ebû Hanife’nin mezhebini takip etmiş olmaları, bu yakınlaşmayı daha da güçlendirmektedir.
İtikad konularında Zeydiyye, el-menzile beyne’l-menzileteyn prensibi hariç, Mu‘tezile’nin beş esasından dördünü bazı küçük farklılıklara rağmen aynen benimsemiştir. Zeyd, Şehristanî’nin belirttiğine göre, Mu‘tezile’nin lideri Vâsıl b. Atâ’nın öğrencisi olması sebebiyle onun düşüncelerini benimsemiş, kendisinden sonraki mensupları da usûlle ilgili konularda Mu‘tezile düşüncesine meyletmişlerdir. İki mezhep arasındaki yakınlık sebebiyle, Bağdat Mu‘tezilesi’nin bir kısmı da Zeyd’e intisap ederek, kitaplarında kendilerinin Zeydî olduklarını belirtmekten çekinmemişlerdir.
Zeydiyye’yi İmâmiyye ve diğer Şiî fırkalardan ayıran en önemli görüşü imâmet anlayışıdır. Onlar, imâmeti dinin aslından saymalarına ve ortak temellendirmelerde bulunmalarına rağmen, birçok noktada İmâmiyye Şîası’ndan ayrılırlar. Zeydiyye, Ali’nin Fatıma’dan gelen evlâdından her kim olursa olsun, imâmet şartları kendisinde mevcut olan kimsenin imâmetini kabul eder. Bu sebeple ortaya çıktığı devrede, dört Sünnî mezhep yanında beşinci mezhep olarak kabul görmüştür.
İsmâiliyye, Ehl-i Beyt imamı Cafer Sâdık’tan (ö. 148/765) sonra imâmetin, onun küçük oğlu Musâ Kâzım’ın (ö. 183/799) değil de, büyük oğlu İsmail’in ve ondan sonra onun soyundan gelenlerin hakkı olduğu iddiasıyla, 2/8. asrın ikinci yarısında İmâmiyye’den ayrılanların oluşturduğu bir Şiî mezhebidir. Söz konusu fırka için Ta‘lîmiyye, Bâtıniye, Melâhide ve Seb‘iyye isimleri de kullanılmaktadır. İsmail’in babasından önce vefat etmiş olmasını bir mani sebep olarak kabul etmeyen bir grup, onun ölmediğini ve gerçek imam olarak geri döneceğini (rec‘at) savunurken; önemli bir çoğunluk İsmail’in öldüğünü, ölen bir kimsenin imam olamayacağını, bu sebeple imâmet hakkının Cafer Sâdık’tan sonra torunu Muhammed b. İsmail b. Cafer’e intikal ettiğini kabul etmiştir. İsmail b. Cafer’e bağlılıklarından dolayı Hâlis İsmailîler olarak da isimlendirilen birinci grup, fazla uzun ömürlü olmamış ise de, İslâm tarihinde yukarıdaki isimlerle anılan ikinci grup günümüze kadar Musta‘liyye ve Nizâriyye gibi tali kollara ayrılmak suretiyle varlığını devam ettirmiştir.
Kuruluş: İsmâiliyye’nin tarihi incelenirken genellikle takip edilen usul, Fâtimîler dönemine kadar fırkanın doğuşu, Fâtimîler dönemindeki durumu, Mustaliyye ve Nizâriyye diye ikiye ayrılması ve her iki kolun günümüze kadar uzantılarının ele alınması tarzındadır. Cafer Sâdık’ın İsmail, Abdullah, Musa ve Muhammed adlı oğulları arasında kendisine imâmetin intikal etmesi gereken, en büyük oğlu İsmail idi. İsmailiyye’ye göre, babası Sâdık bu konuyu muhtelif defalar ortaya koymuş ve gelecekteki imamı belirlemiş idi. Fakat İsmail’in, babasından önce vefat ettiği, cenazesinin Medine’ye getirilerek, nâşının Medine ileri gelenlerinin huzurunda açıldığı, öldüğü konusunda zabıt tutularak hazır bulunanlara imzalatıldığı ve daha sonra Bakî mezarlığına defnedildiği belirtilmektedir. Babasının, daha sonra ileri sürülebilecek iddiaları önlemek için zabıt tutturup onun öldüğünü tevsik etmesi oldukça manidardır. Bazı rivayetlerde, babasının onu çeşitli zaaflarından dolayı lanetleyip gelecekteki imâmetten mahrum bıraktığı da nakledilmektedir.
Fâtimîler: Kuzey Afrika’da İsmâiliyye’yi yayıp Fâtımî devletinin temellerini atan kişi, İsmailî davetçi (dâî) Ebû Abdullah eş-Şiî’dir. O, 280/893 yılında Kuzey Afrika’ya gelmiş, yakınlık kurduğu Kütâme kabilesinin yardımıyla Cezayir’in batısında Sicilmâse ve çevresinde bir devlet kurmaya muvaffak olmuştur. İsmailî lider Ubeydullah el-Mehdî’nîn, imâmetin kendi ailesine ait bir hak olduğunu iddia etmesi, her ne kadar mezhep bünyesinde önemli bölünmelere yol açmışsa da, Fâtimî devletinin kurulmasında kilit rol oynamıştır. Suriye Selemiyye’de ikamet eden Ubeydullah, buradaki şartların uygun olmaması, Bahreyn’deki Karmatî İsmailîleri’yle arasının bozulması ve Abbasî idaresinden rahatsız olması sebebiyle, 289/902 yılında Ebû Abdullah eş-Şiî’den aldığı davet üzerine, ailesini de yanına alarak uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Kuzey Afrika’daki Sicilmâse’ye ulaştı. Kırk gün kadar burada kaldıktan sonra, Rakkade’ye gelen Ubeydullah, İsmâiliyye imamı olarak 297/909 tarihinde mehdîliğini ilan etti ve kurulmuş olan devletin başına geçti.
Karmatîler: Bu arada eski doktrine, yani Muhammed b. İsmail’in kıyamete yakın mehdî olarak döneceği görüşüne bağlı olan Bahreyn Karmatîleri ile, Irak, Rey ve Deylem’de bulunan mezhep mensupları Ubeydullah’ı tanımadılar. Bu gruplar, Fâtımî İsmâiliyyesi’nden daha aşırı dinî görüşleri benimsediler. Koyu bir bâtınîlik eşliğinde, ibadetleri düşüren, haramları helal, helalleri haram sayan ibâhî bir telakkiyi kabul ettiler. Bağdat Abbâsî hilafetini hayli rahatsız eden tedhiş eylemlerine giriştiler. Bunların arasında en ses getireni, Karmatî lider Ebû Tahir Cennâbî’nin 317/930 yılı hac mevsiminde Mescid-i Haram’ı basması, binlerce hacıyı katletmesi ve Hacer-i Esved’i yerinden söküp Bahreyn’e götürmesiydi. Yaklaşık yirmi yıl sonra Fâtımîler’in aracılığıyla bu taş geri getirildi ve eski yerine kondu. Bu türden aşırılıkları ve mücadeleci yanları nedeniyle Karmatîlik tarih içinde varlığını uzun süre devam ettiremedi. 470/1077’ye kadar yaşayabildi. Günümüze ulaşan bir izi kalmadı.
Nizârîler: Mustansır’ın büyük oğlu Nizâr’ın imâmetini savunduğu için bu isimle anılan Nizârîyye, günümüze kadar devam eden mevcudu ve İslâm tarihindeki yeri itibariyle, İsmâiliyye mezhebinin en önemli koludur. Hilâfetin gerçek vârisi olmasına rağmen hakimiyet kuramayan Nizâr, daha babasının sağlığında Mısır’a gelen Hasan Sabbah’ın şahsında, hırslı ve muktedir bir destekçi bulmuştur. Önceleri bir İmamiyye Şiîsi iken, Irak’ta daîlerin gayreti ile İsmâiliyye mezhebine geçen Hasan Sabbah, Nizâr’ın imâmeti lehinde çalışmış; ihtilalci fikirleri ve İran Alamut merkezli muazzam teşkilatı ile İslâm dünyasında bâtınî akidelerin yayıcısı olmuştur. Mustansır’ın ölümünü takiben imâmet konusunda bir çok kırgınlıklar ortaya çıkmış, Hasan Sabbah başta olmak üzere askerî İsmâilîler, Nizâr ve neslini hak sahibi kabul ederek, Mısır’daki resmî davetle ilişkilerini kesmişlerdir. Nizâr ve oğlu öldüğü için, rivayete göre, onun küçük yaştaki bir torunu Hasan Sabbah tarafından İran’a götürülerek yetiştirilmiştir. İsmâiliyye doktrinini asıl olarak Mısır’da öğrenen Hasan Sabbah, 483/1090 yılında İran’da Kazvin’in kuzeybatısında Elburz dağları üzerinde sarp bir mevkide bulunan Alamut kalesini zaptetmiş, daha sonra gelen liderler burada yetişmişler ve zamanla diğer kaleleri de ele geçirerek hakimiyetlerini genişletmişlerdir. Söz konusu liderler, daîler, ölümü göze alan fedaîler ve düşmanları arasında kendilerini gizleyen casuslar, Nizârîyye’nin esas gücünü teşkil etmekte idi. Hasan Sabbah’ın kurduğu Haşhâşîn diye anılan ve etrafa dehşet saçan terör teşkilatı ise, başta Büyük Selçuklular olmak üzere bölgede hakim hanedanlar ve devlet adamları için korkulu bir rüya olmuştu.
İsmâiliyye’nin gizlilik döneminde benimsediği görüşler hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. İlk dönemlerinde ve bazı değişikliklerle sonraki dönemlerde korunan İsmâilî düşüncenin en önemli unsuru zâhir-bâtın ayrımıdır. İlk İsmâilîler kutsal kitapların ve şer’î hükümlerin zâhir ve bâtını arasında ayrıma gitmişler, her zahirî ve lafzî mananın bir batınî ve hakikî manası olduğunu ileri sürmüşlerdir. Sonuçta onlara göre Kur’ân ve İslâm şeriatının zahirî manası ile batınî manası birbirinden tamamen ayrılır. Yeni bir şeriatla gelen her peygamberin getirdiği dinîn zahiri yönü değişirken, sonsuz ebedî hakikatleri ihtiva eden batınî yönü değişmeden kalır.
Nizârî İsmâilîler de İsmâiliyye’nin temel inanışı olan bâtınî akideyi bütünüyle sürdürürler. Onlara göre İslâm’ın şartı iman (velâyet), tahâret, namaz, zekat, oruç, hac ve cihat olmak üzere yedi esastan ibarettir. İmanın en önemli şartı, zamanın imamını bilmek ve onun emirlerine boyun eğmektir. İman, sadece imama velâyet ile mümkün olur. İmânın ve İslâm’ın diğer esasları, velâyetin sadece yardımcı unsurlardır. Allah’ı tanıma, zamanın imamını tanımadır. İmam cismen fanî bir insana benzer, fakat onun ilahî tabiatı kesinlikle bilinemez. Onun sözü Allah’ın sözüdür. İmama giden yol huccetten geçer. Nizârîler’e göre huccet, imamın yokluğunda (gaybet) daveti yürütür. Nasıl Allah’ın buyruğuna göre Ramazan ayı bin aydan daha hayırlıysa, zamanın imamı da bin peygamberden daha büyüktür. Bu, nübüvvet nurunun velâyet nurundan çıktığını gösterir. Ağa Han’a tabi olan Mevlâîler, Cebrâil’in, Kur’ân’ı, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed’e götürdüğünü ileri sürmüşlerdir. İmamı tanımayan kimselere, Sünnîler’in helal kıldığı şeyler bile haramdır. İmamı tanıyan kimse için ise, şarap içme gibi Sünnîler’in haram kıldığı şeyler dahi helaldir.”