İslam düşüncesinin teşekkülünde önemli bir yer işgal eden Şiîliğin en önemli kolunu oluşturan İmâmiyye, İran nüfusunun üçte ikisinden fazlasını oluşturmaktadır ve bu ülkenin resmi mezhebi durumundadır. Günümüz Müslümanlarının yaklaşık yüzde onunu teşkil eden Şîa’nın en büyük kolunun İmâmiyye olduğu düşünüldüğünde, söz konusu fırkanın tarihte üstlenmiş olduğu rolün yanı sıra, günümüzdeki önemi daha iyi anlaşılır. Günümüzde Şîa teriminin ilk çağrışımının İmâmiyye olması da bu yüzdendir.
Bu mezhebe, Hz. Peygamber’in vefatından sonra halîfe-imam olarak on iki imamı kabul ettiklerinden dolayı İsnâaşeriyye (on ikiciler/on iki imamcılar); imamlara inanmayı imanın şartlarından saydıkları için İmâmiyye; hem itikat hem de ibâdet ve muâmelatta İmam Cafer Sâdık’ın görüşlerine dayandıklarından dolayı Caferiyye; on ikinci imamın gelişini beklemeleri sebebiyle Ashâbu’l-intizâr (bekleyiciler) ve on ikinci imam için çokça kullanılan kâim (hayatta olan, var olan) ünvanına nisbetle Kâimiyye de denmiştir. Muhalifleri ise mezhebi, Râfıza ya da Râfiziyye diye anmışlardır.
Sonuç olarak, “imamın nassla tayini” ilkesinin benimsendiği ilk dönemdeki Şiîler arasında Hişam b. Hakem gibi İmâmî görüntüsü veren şahıslar olmasına rağmen, “on iki imam” şeklinde bir biçimlenme başlangıçta söz konusu değildi. Zira 260/874’de on birinci imam Askerî’nin ölmesi ve on ikinci imamın kaybolması iddiasına kadar, böyle bir oluşum gerçekleşmemiştir. İmâmiyye-İsnâaşeriyye mezhebinin geliştiği siyasî ve fikrî hareketliliğin vuku bulması, hicri 290’lı yıllara kadar gecikmiştir. 4/10. asrın ikinci yarısında ise İmâmiyye-İsnâaşeriyye akidesinin ılımlı Şiîlerce büyük ölçüde kabul edilmeye başlandığı ve bu arada rakip zümrelerin çoğunun da taraftarsız kalarak ortadan kalktıkları anlaşılmaktadır. İmâmî fikirlerin hicri 3/9. asrın sonlarına doğru ilanıyla birlikte, erken dönem Şîa tarihi, dönemin müelliflerince yeniden ele alındı ve son gelinen aşamada genel kabul görmüş inançlara uyumlu hale getirilmeye çalışıldı.
On İki İmam: On iki imamın her birinin isimleriyle anıldığı ilk rivayetin, Ali b. İbrahim el-Kummî’nin (ö. 307/919) Tefsîr’inde olduğu anlaşılmaktadır. Ali b. İbrahim, on iki rakamıyla ilgili bazı rivayetlere yer verdiği kitabının bir yerinde, Hızır’ın Hz. Ali ve oğlu Hasan’la karşılaştığında, onlara, on iki imamın her birinin ismini açıkladığı meşhur rivayeti gündeme getirmiştir. Rivayete göre Hızır’ın, Ali’ye dönerek ona, Hz. Muhammed’in vasîsi ve ümmetin halifesi olduğunu, daha sonra onun yerine geçecek haleflerinin sırasıyla Hasan, Hüseyin, Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali, Cafer b. Muhammed, Musâ b. Cafer, Ali b. Musâ, Muhammed b. Ali, Ali b. Muhammed, Hasan b. Ali ve son olarak da, zulüm ve zorbalıkla dolan yeryüzünü adalet ve doğruluğa kavuşturacak olan el-Kâim el-Muntazar olduğunu söylediği ifade edilmektedir. On iki imam, sırasıyla şu şahsiyetlerdir:
1- Ali b. Ebî Tâlib
Hz. Ali, Ehl-i Sünnet’e göre Hulefâ-i Râşidîn’in dördüncüsü, Şiîlere göre ise ilk imamdır. Hz. Peygamber’in amcazadesi ve kızı Fatıma’nın eşi olan Ali, hicretten yaklaşık 22 yıl önce, miladî 600 yılında, Ebû Tâlib’in oğlu olarak Mekke’de doğdu. Babasının aile fertleri kalabalık olduğu için beş yaşından itibaren hicrete kadar Hz. Peygamber’in yanında kalmıştı. Vahiy geldiğinde, henüz dokuz yahut on yaşında bir çocuk iken ilk inananlar arasına girmiştir.
2- Hasan b. Ali
Hz. Ali ve Fatıma’nın ilk çocukları olan Hz. Hasan, hicretin 3. yılında (625) Medine’de doğmuştur. Hayatında yüzden fazla evlilik yaptığı söylenmektedir ve bu yüzden ona mitlak (çok boşayan) denmektedir. Babası Hz. Ali’nin vefatı üzerine, bir rivayete göre aynı gün, bir rivayete göre de iki gün sonra, 37 yaşında iken Kufe’de gerçekleşen biatla hilâfet makamına geçmiştir.
3- Hüseyin b. Ali
Resulullah’ın gözbebeği iki torunundan ikincisi olan Hz. Hüseyin, 5 Şaban 4/30 Aralık 628 tarihinde Medine’de dünyaya geldi. Lakabı eş-Şehîd’tir. Hasan’ın ölümüne kadar ağabeyine tabi olarak, onun Muaviye ile yaptığı şartlara bağlı kalan Hüseyin, Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid’e biat etmedi. Bununla birlikte, Kufe Şiîleri başta olmak üzere çok sayıda kabile lideri, Hüseyin’e yazdıkları mektuplarda, Emevîler’i devirmek için teşebbüse geçtiği taktirde kendisini kesin olarak destekleyeceklerini vaat ettiler. Arkadaşları tarafından yapılan uyarılara rağmen bu çağrıya cevap veren Hüseyin, 61/680 Muharrem ayının aşûra (onuncu) gününde yanındaki az sayıdaki aile efradıyla birlikte Kerbela’da hunharca şehid edilmiştir.
4- Ali b. Hüseyin Zeyne’l-Âbidîn
Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehid edilen büyük oğlu Ali’den (Ali Ekber) ayırmak için Ali Asgar diye de anılan Ali b. Hüseyin’in lakabı, “ibadet edenlerin süsü” anlamında Zeynelâbidîn’dir. Babası Hüseyin, annesi de son İran hükümdarı Yezdcürd’ün kızı olan Şehribânû’dur.
5- Muhammed el-Bâkır b. Ali Zeyne’l-Âbidîn
3 Safer 57/16 Aralık 676’da Medine’de dünyaya gelen ve İmâmiyye tarafından beşinci imam olarak kabul edilen Muhammed b. Ali, babası gibi siyasetten tamamen uzak kalmış ve kendisini ilme vakfetmiştir. Babasının ölümü üzerine, sükûnet politikası izleyerek, Emevîler’e karşı isyan etmek istikametindeki arzu ve düşüncelere karşı çıktığı gibi, dolaylı olarak da destek vermemiştir.
6- Cafer es-Sâdık b. Muhammed el-Bâkır
On iki imam arasında, literatürde kendisinden en çok bahsedilen kişi olan Cafer Sâdık, 80/699 veya 83/702 yılında Medine’de doğmuştur. Emevîler’in son, Abbasîler’in ilk dönemlerini idrak eden Sâdık, fikren uzlaşamadığı amcası Zeyd b. Ali’nin isyan edip öldürülmesinden sonra, hem siyasetten uzak kalması, hem de ilk iki halife hakkındaki görüşleri dolayısıyla, Abbâsîler’in kuşkularından büyük ölçüde kurtulabilmiştir.
7- Mûsâ el-Kâzım b. Cafer es-Sâdık
İmâmiyye’ye göre yedinci imam olan Musâ b. Cafer, 7 Safer 128/8 Kasım 745 tarihinde, Mekke ile Medine arasındaki Ebvâ’da doğmuştur. Babasının vefatından sonra aslında Abbasîler’e karşı barışçı bir politika izleyen, daha çok ibadet ve takvaya yönelen Musâ Kâzım’ın takipçilerinin çoğalması, Halife Mehdî’yi kuşkulandırmış; bu sebeple onu Medine’den Bağdat’a getirterek bir süre hapsetmiş, isyan etmeyeceğine dair yemin aldıktan sonra da gönlünü alarak Medine’ye geri göndermiştir.
8- Ali er-Rızâ b. Mûsâ el-Kâzım
İmâmiyye’nin sekizinci imamı olan Ali Rızâ, 148/765 veya 153/770 yılında Medine’de doğdu. Hayatının büyük kısmını siyasetten uzak geçirmesine rağmen, 201/817 yılında Halife Memun tarafından Abbâsî tahtına veliaht tayin edildi ve Horasan’a getirildi.
9- Muhammed Cevâd et-Takî b. Ali er-Rızâ
İmâmiyye’nin dokuzuncu imamı olan Muhammed Cevâd, 195/810 tarihinde Medine’de doğmuştur. Ali Rızâ’nın vefatına çok üzülen Memun, onun soyuna karşı iyi niyet ve hüsn-ü alaka göstermeye devam etmiş; sekiz yaşında yetim kalan Muhammed’i kızlarından Zeynep ile 215/830 yılında evlendirmiştir.
10- Ali el-Hâdî en-Nakî b. Muhammed et-Takî
İmâmiyye’nin onuncu imamı olarak kabul edilen Ali en-Nakî 214/829 yılında Medine’de doğdu. Abbasî halifeleri Mu‘tasım ve Vâsık devirlerinde Medine’de oturan ve ömrünü zühd ve takva hayatı içinde ilim öğreterek geçiren Ali en-Nakî, Halife Mütevekkil devrinde, muhalifleri tarafından halifeye şikâyet edildiği için Bağdat’a çağırılıp, daha sonra Samarra’ya gönderilir.
11- Hasan el-Askerî b. Ali en-Nakî
İmâmiyye’nin on birinci imamı olan Hasan el-Askerî, 232/846 yılında Medine’de dünyaya geldi. İki, üç yaşlarında, babasının ikamate mecbur edildiği Samarra’ya gelen Askerî, orada yetişmiştir.
12- Muhammed el-Mehdî b. Hasan el-Askerî
İmâmiyye Şîası’na göre halen gaybet halinde bulunan, fakat gelecekte mehdî olarak ortaya çıkıp dünyada adil bir düzen kuracağına inanılan on ikinci imam Muhammed el-Mehdî, on birinci imam Askerî’nin, bir cariyeden doğduğuna inanılan oğludur.
Gaybet Dönemi: İmamiye’ye göre, on birinci imam Hasan el-Askerî, on ikinci imamı, yani oğlu Muhammed’i, doğduğu zaman ve kendi vefatına kadarki zaman zarfında yakınlarından birçok kişiye göstermiş ve onun, kendisinden sonra Allah’ın hucceti ve ümmetin imamı olacağını bildirmiştir. Ancak Askerî 260/874 yılında vefat edince, oğlu Muhammed de gizliliğe (gaybet) çekilmiştir. Bu tarihten itibaren başlayıp Muhammed’in döneceği kıyamete yakın bir vakte kadar devam edecek döneme Gaybet Dönemi denir Bu dönem, Gaybet-i Suğrâ (Küçük Gaybet) ve Gaybet-i Kübrâ (Büyük Gaybet) adıyla iki devreye ayrılır.
Gaybet-i Suğrâ dönemi: sefîr (çoğ. süferâ), nâib (çoğ. nüvvâb), yahut vekîl (çoğ. vükelâ) diye adlandırılan görevliler, imamla toplum arasında irtibat kurmuşlar, ortaya çıkan problemleri imama arzederek onun emir yahut yasaklarını topluma ulaştırmışlar, imama gelen humus ve diğer gelirleri imam adına toplayıp muhafaza etmişlerdir. Altmış sekiz yıl süren bu dönemde (260-328/874-940), sefirlik iddiasıyla ortaya çıkan başka kimseler de olmakla birlikte, İmâmiyye’nin kabul ettiği dört sefirin İmam’dan getirdiği yazılı emir ve tavsiyeler (tevkî’ler), Şîa için bir hareket noktası olmuş, sefirler de imamın yegane temsilcileri olarak telakki edilmişlerdir.
Gaybet-i Kübrâ Dönemi: İmâmiyye Şîası’na göre, 328/940 yılından itibaren Gaybet-i Kübrâ (Büyük Gizlilik) başlamıştır. Dördüncü sefir Semârrî’nin vefatıylı birlikte başlayan bu dönem liderlik sandalyesinde büyük bir boşluk yarattı. Bunun üzerine İmâmî alim ve fakihleri, meydana gelen boşluğu doldurabilmek için büyük çaba sarfederek önceki döneme (imamlar dönemi) nispetle faaliyet sahalarını daha da genişlettiler.
Ahbârîlik: Diğer taraftan bu doktrin, onların Ehl-i Sünnet ve Mutezile’den istifade etmelerini engellememiştir. Ahbârî ekol ise bu konuda daha katı bir tutum takınmıştır. Daha geniş olarak düşünülecek olursa, söz konusu grubun ahbârîlik olarak isimlendirilmesi, daha sonra usûlî ekolün şerî esaslar olarak kabul ettikleri Kitap, Sünnet, icmâ ve akıl delillerinden sadece Kitap ve Sünnet’i, hatta sadece imamların ahbârını nihaî delil olarak kabul etmeleri sebebiyledir. Kısacası bunlar, ahbâr ve rivayetlere karşı bakışlarından dolayı bu ismi almışlardır.
Usûlîlik: Yukarıda zikredilen dört şerî delili kabul eden usûlîlik ise, ahbârın bütün şerî hükümlerin kaynağı olamayacağı ve her asır ve zamanda toplumun bütün ihtiyaçlarına cevap veremeyeceği kanaatindedir. İşte bundan dolayı usûlîler, ahbârîlerin haram addetmelerine karşın, ictihadın zorunlu bir fiil olduğunu savunurlar.
Rıza Pehlevî’nin 1925 yılında Kaçar hanedanlığına son verip kendisinin şahlığını ilan etmesiyle başladı. Rıza Şah ve daha sonra oğlu Muhammed Rıza Şah, İran’ı çağdaşlaştırmak ve ulemânın Safevîler döneminden bu yana büyüyen tesir ve gücünü kırmak için birçok radikal reform ve tedbire başvurdu. Özellikle hukuk ve eğitim alanlarındaki düzenlemeler, İslam hukukunun göz ardı edilmesi sebebiyle, ulemânın nüfuzunun ciddi şekilde sarsılmasına sebep oldu. Ulemâyı en fazla rahatsız eden uygulamalardan birisi, Muhammed Şah’ın 1963 yılında yapılan referandumla uygulamaya koyduğu meşhur Ak Devrim’dir. Kadın haklarının iyileştirilmesi ve okuyup yazma seferberliği gibi bir dizi radikal reformun yanı sıra, bu devrimle şahın hedeflediği en önemli nokta, ellerindeki toprak ve vakıfları kontrol altına almak suretiyle Şiî ulemânın maddî güç ve ekonomik bağımsızlığını kırmaktır. Şiî ulemâyı rahatsız eden en önemli husus, toprak reformu olmuştur.
İmâmiyye’ye göre din, Ehl-i Sünnet’te olduğu gibi, iki ana bölümde ele alınır: Usûl-i Dîn ve Furû-i Dîn. Bilindiği gibi usûl ya da usûl-i dîn inanç ve itikatla ilgili konuları; furû ya da fürû-i dîn ise tatbikat ve uygulamalar bölümü olup daha çok ibadetler ve insanlar arasındaki muameleleri ihtiva etmektedir. İmâmiyye’de usûl-i dîn genel olarak, sırasıyla tevhîd, nübüvvet, imâmet, adl ve mead olmak üzere beş ana başlık altında ele alınır.
Tevhîd, bütün İslam fırkalarının üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu olup, Allah’ın birliği, başka bir ilah olmadığı, yaratıcının sadece O olduğu, O’ndan başka her şeyin yaratılmış bulunduğu, hiçbir şeye muhtaç olmadığı, fakat her şeyin O’na muhtaç olduğu, doğurmamış ve doğurulmamış olduğu, hiçbir şeyin kendisine eşit ve denk olmadığına inanmaktır. İmâmiyye’ye göre tevhid kendi içinde dört esasa dayanır.
Nübüvvet yahut peygamberlik, Allah’ın seçtiği kullarını, Cebrail vasıtası veya doğrudan vahiy yoluyla ilahî bir vazife ile mükellef kılmasıdır. İlahî tebliği alan peygamberlerin görevi, bunu halka ulaştırarak onları doğru yola iletmektir. Peygamberler kulların en hayırlıları, en güvenilirleri olup günahtan korunmuş kimselerdir.
İmâmiyye Şîası’nda imân, usûl-i dînden olan imâmete inanmakla tamamlanabilir. İmâmîler, nübüvvetin nasıl Allah’tan bir lütuf olduğuna inanıyorlarsa, her asırda Peygamber’in vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların hidayet ve irşadlarını üstlenmiş bir imamın yine Allah’ın lütfuyla olan mevcudiyetine aynı şekilde inanmaktadırlar.
İmâmiyye’ye göre dinin dördüncü aslı ve dolayısıyla inanç esaslarından olan adâlet, Allah’ın âdil; kulun da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtar oluşudur.
İmâmiyye’nin usûl-i dînden sayıp benimsediği beş prensipten sonuncusu, ölümden sonra ahiret hayatının hak olduğu esasıdır. Kelime anlamıyla meâd, tekrar dönülüp gelinen veya önceden bulunulan yer demektir. Terim olarak da, Allah’ın kullarını ölümlerinden sonra tekrar diriltip dünyada yaptıklarının hesabını sorması anlamına gelir.
Rec‘at (dönüş):Allah’ın, ölenlerin bir bölümünü öldükleri surette dünyaya getireceğine, böylece bir insan kesiminin yükseltileceğine, bir insan kesiminin de alçaltılacağına, hak sahibi insanların haklı olduklarının, zâlimlerin ise haksız bulunduklarının meydana çıkacağına inanmaktır.
Takiyye : İmâmiyye’nin diğer mezheplerle ihtilaf yaşadığı konulardan birisidir. Gerçi takiyye çoğu mezhebin kabul ettiği bir görüştür; çünkü “korunmak, sakınmak” demek olan takiyye, elinde kuvvet ve iktidar bulunan kâfir ve zâlimlerin canlar ve mallar üzerindeki tehditlerinden sakınmak için tecviz edilmiştir. Buna göre insan, can ve malını kurtarmak için, hakikatte sahip olduğu görüş ve inancını saklayabilir veya aksini izhar edebilir. Şîa, siyasî baskılardan korunmak ve masûm kabul ettiği imamların kendi iddialarına uymayan söz ve fiillerine inandırıcı açıklamalar getirebilmek için bu ilkeye başvurmuştur. Onlara göre imam, takiyye halinde kendisinin imam olmadığını söyleyebilir. Hatta imam, takiyye yoluyla küfür, küfre rıza gösterme ve fısk alametlerini ızhar edebilir. Bu durumda da kendisine itaat farzdır.
İmâmiyye’nin, Ehl-i Sünnet gibi, şerî hükümlerin kaynağı kabul ettiği dört asıl, Kitab, Sünnet, İcmâ ve Akıl’dır.
Kitab, daha önce de belirtildiği gibi Kur’ân-ı Kerim’dir. Sünnet, diğer İslamî gruplarda, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri olarak değerlendirilirken, İmâmiyye sünnet kavramını daha geniş şekilde ele alarak, on dört masûmun, yani Hz. Peygamber, Hz. Fatıma ve on iki imamın kavil, fiil ve takrirleri olarak ele almaktadır. İcmâ’ya gelince usûlîler, masûmun sözünü keşfeden bir delil olması sebebiyle onu, şerî kaynakların üçüncüsü kabul ederlerken ahbârîler, icmânın delil olarak kabulünün mümkün olmadığını ileri sürerler. Akıl, usûlîlere göre Kitab, Sünnet ve icmâda bulunmayan şey hakkında hüküm verir.
Abdest,Ezan ve Namaz:Caferilikte abdest alınırken ayaklar yıkanmaz su ile meshedilir. Buna mukabil mestler üzerine mesh caiz değildir. Ezanda, Muhammedün Resûlullâh’dan sonra Aliyyün Veliyyullâh ilavesi ve hayye ‘ale’l-felâh’dan sonra hayye ‘alâ hayri’l-‘amel ilavesi yapılır. Seferîliğe bakılmaksızın beş vakit namaz üç vakit içinde cem edilerek kılınır. Sabah namazı kendi vaktinde, öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı da birleştirilmek suretiyle eda edilir Namazda kıyâmdayken Mâlikîyye’de olduğu gibi elleri 145 bağlamak gerekmez. Secdedeyken, secdenin toprak cinsinden bir madde üzerine yapılması gerekir. Bu iş için genellikle mühür denilen, Kerbela toprağından mamül taşlar kullanılır. Cemaatle terâvih kılmak meşru değildir.
Humus: Ramazan ayında oruç, hac mevsiminde haccetmek ve zenginler için zekat konularında diğer mezheplerle bariz bir ihtilaf bulunmamaktadır. Humus vergisi ise zekattan ayrı bir mali ibadettir ve zekat almaları haram olan Ehl-i Beyt mensuplarına tevdi edilir. Ticari kazançlar, harp ganimetleri, define ve arazi gelirlerinden beşte bir oranında verilir.
Nikah: Normal nikah akdi (akd-i dâimî) yanında Caferiyye mezhebi, geçici nikah akdine (akd-i inkita) izin vermektedir. Mut’a nikahı ya da sıyka nikahı denen bu nikah türü, Ehl-i Sünnet’e ve diğer Şiî mezheplere göre caiz değildir. Hz. Peygamber’in belli bir süre bu nikâhı uygulattığı ancak daha sonra yasakladığı bilinmektedir. Yasaklayıcı rivayetler Caferilerce muteber sayılmamıştır.”