Son yıllarda tıp ve sağlık alanında çok hızlı gelişmeler yaşanmaktadır. Kendini sürekli yenileyen tıp teknolojisi insanlığın önüne her gün yeni tedavi seçenekleri sunmaktadır. Modern tıbbın geliştirdiği tedavi imkânları günümüzde birçok hastalığı ölümcül olmaktan çıkarmıştır. Koruyucu ve tedavi edici yeni yöntemler sayesinde bebek ölümleri azalmakta, yaşam kalitesi artmakta ve ortalama yaşam süresi uzamaktadır. Diğer taraftan günümüzde çok hızlı ilerleyen hücre çalışmaları ve gen teknolojisi sağlık, tarım hayvancılık, gıda, kimya, enerji gibi alanlarda eşi görülmemiş imkânlar ve fırsatlar yaratmaktadır.
Şüphesiz bu gelişmeler genel anlamda insanlık için yararlıdır. Fakat bunlar aynı zamanda birçok dini, felsefi, ahlaki ve hukuki problemi de beraberinde getirmektedir. Çünkü bu çalışmalar temelde insan, hayvan ve diğer canlılar üzerinde gerçekleştirilmektedir. Modern bilim ve teknolojinin bu alanlarda sınırsız ve sorumsuzca kullanılması kimi zaman insan onur ve haysiyetine, doğal dengeye, dini ve ahlaki değerlere zarar verecek boyutlara ulaşmaktadır. Günümüzde tıp ve sağlık büyük yatırımlar yapılan ticari bir sektör haline gelmiştir. Aynı durum genetik çalışma ve uygulamalar için de geçerlidir. Bu alanlarda ticari rant ve yüksek kâr beklentisi kimi zaman insani ve ahlaki boyutların üzerine çıkabilmektedir. İnsanlık artık bu gelişmelerin dünyayı nereye götürdüğü ve bu alanlarda neye nereye kadar izin verilebileceği sorularını gündeme getirmeye başlamıştır. Son yıllarda bütün dünyada, özellikle batı dünyasında tıp etiği ve biyoetik çerçevesinde bu konular üzerinde çok yoğun tartışma ve değerlendirmeler yapılmaktadır
İnsan yeryüzünde diğer canlılara göre en şerefli varlık olarak yaratılmış üstün meziyetlerle donatılmıştır. Bunun sonucu olarak birtakım sorumluluklarla da yükümlü kılınmıştır. Ancak insanın bedenî ve fizikî varlığı bütün canlılarda olduğu gibi Allah’ın yeryüzünde kurduğu doğal ve fıtrî düzene tabidir. Her canlı gibi insan da belirli doğal ve dünyevi sebeplere bağlı olarak hastalanır, sakatlanır ve ölür. Hastalık insanın ruh ve beden sağlığını bozan durumdur. Tedavi ise bu durumun giderilmesi, yani hastanın yeniden sağlığına kavuşması için maddi manevi her türlü çareye başvurulmasıdır. İslam dini bir taraftan hastalık ve sakatlığı bir tür imtihan vesilesi görüp bunları metanet ve sabırla karşılamayı tavsiye ederken, diğer taraftan da bunlarla mücade etmeyi ve gerekli tedavi yollarına başvurmayı emretmiştir. Hz. Peygamber “Allah hem derdi hem de devayı göndermiş, her hastalığa bir çare yaratmıştır. Tedavi olun, ancak tedavide haramı kullanmayın” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, “Tıb”, 11).
Haram maddeler denince özellikle domuzdan elde edilen ürünler ile alkollü ve uyuşturucu maddeler kastedilir. Fıkıh kitaplarında alkollü ilaç ile tedavi denildiğinde, şarap ve şarap benzeri sarhoş edici içeceklerin tedavide kullanılması kastedilir. Fakat günümüzde toz ve hap şeklinde veya damara enjekte edilebilen uyuşturucular da vardır. Bu maddeler alkol gibi hem tedavi hem de keyif maddesi olarak kullanılabilmektedir. Aynı şekilde bugün domuz kökenli yüzlerce ürün birçok alanda ve tedavide yaygın bir şekilde kullanılmaktadır.
Günümüzde uygulanmakta olan bazı tıbbî operasyonların ve tedavi yöntemlerinin de haram madde kullanılsın veya kullanılmasın haram kapsamında değerlendirilebilecek yönleri bulunmaktadır.
Otopsi, insan cesedinin dıştan ve içten muayene edilmesidir. Sözlük anlamı “kendi gözleri ile görme”dir. Otopsinin bir hasta muayenesinden veya ameliyattan tek farkı “ceset” üzerinde gerçekleştirilmiş olmasıdır. Günümüz tıbbında otopsi amacı bakımından başlıca iki kısma ayrılmaktadır. Birisi bilimsel ve eğitim amaçlı olup buna kadavra otopsisi veya tıbbî otopsi denir. İnsan vücudu ve hastalıklar hakkında daha detaylı bilgilere ulaşmak, tıp öğrencilerinin vücudun içyapısı ve organlarını daha yakından tanımasını sağlamak için araştırma hastanelerinde yapılır. Tıp alanında uzmanlaşacak olanların iyi bir eğitimden geçmesi açısından önemli görülen bir uygulamadır.
İkincisi ise adlî otopsi’dir. Bu da kaza, intihar, cinayet gibi şüpheli ölüm olaylarında ölümün nedenini, tarzını ve zamanını belirlemek, delilleri ve ölenin kimliğini tespit etmek amacıyla yapılan özel bir otopsi tipidir. Bu tür otopsiler özellikle ceza davalarında çok önemli bir yere sahiptir. Ayrıca ölüm sebebinin ve zamanının tespiti miras davalarında olduğu gibi ölüme bağlı hukuk davaları açısından da önem taşıyabilir.
Bugün uygulandığı şekli ile otopsi Müslüman bilginler arasında tereddütle karşılanmıştır. Bunun temel gerekçesi şudur: İslam dini insanı mükerrem bir varlık olarak görmekte ve insana saygı üzerinde ısrarla durmaktadır. Bu bakış insanın dirisi için de ölüsü için de geçerlidir. İslam’da ölülere ve kabirlere saygı gösterilmesi ve bunların keyfi müdahalelere karşı korunması dini bir vecibe olarak kabul edilmektedir. Hz. Peygamber’in şu hadisi de bunu desteklemektedir: “Ölünün kemiğini kırmak, diri iken kemiğini kırmak gibidir” (Ebu Davûd, “Cenâiz”, 60). Bazı bilginler bu ve benzeri delillere dayanarak otopsinin, özellikle de bilimsel ve eğitim amaçlı otopsinin caiz olmadığı yönünde görüş bildirmişlerdir.
Buna karşılık çağdaş İslam bilginlerinin çoğunluğu belirli şartlarla otopsinin her iki çeşidine de cevaz verirler. Adlî otopsi ile ilgili cevaz daha ziyade zaruret ilkesine dayandırılmaktadır. Bilimsel ve eğitim amaçlı otopsi ise dolaylı olarak bu ilkeye katılmaktadır. Otopsi konusunda İslam dininin öngördüğü değerler açısından bir fayda zarar muhasebesi yapılmakta ve yararlı yön diğerine tercih edilmektedir.
Bu bağlamda şu düşünceler öne sürülmektedir: İslam dini insan ve insan hakları ile ilgili meselelere büyük önem vermiştir. Bu sebeple bu haklarıtemin eden vasıtalara da olumlu bakmaktadır. Tıp ilmi farz-ı kifaye ilimlerdendir ve bir farzın gerçekleşmesi için gerekli olan şey de farz hükmündedir. Tıp öğrencilerinin insan anatomisini yakından tanımaları, doktorluk mesleğini iyi bir şekilde icra edebilmeleri için bu uygulama zorunludur. Diğer taraftan otopsi genel olarak adaletin gerçekleştirilmesi, madur olan tarafın hakkının tespiti ve ilmî gelişmelerin temini bakımından gerekli ve faydalıdır. Bu uygulamada ölüye gösterilmesi gereken hürmet ve saygı ile insanlığın genel yararı çatışmakta ve yararlı yön daha genel ve baskın olduğu için tercih edilmektedir. Bu bağlamda “zaruretlerin yasakları mubah hale getireceği”, “özel zarar karşısında genel yararın tercih edileceği”, “ağır olan zararın hafif olanla giderileceği”, “ihtiyaçların zaruret gibi değerlendirileceği” yönündeki yerleşik fıkıh kaidelerine de atıflar yapılmaktadır.
Bu yaklaşım temelinde otopsiyi caiz görenler klasik fıkıhta yer alan benzer bazı örnekleri de delil olarak getirmektedirler. Meselâ, Şafiîler, karnındaki canlı çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasını caiz görmüşlerdir. Benzer şekilde Şafiîler, Hanefîler ve Malikîler ölü karnında bulunan altın, mücevherat gibi değerli şeylerin çıkarılması için ölünün karnının yarılmasına belirli kayıtlar altında cevaz vermişlerdir.
Ötenazi sözlükte “iyi ölüm” demektir. Terim olarak da iyileşmesi imkansız bir hastalıktan dolayı dayanılmaz acılar çeken bir kimsenin yaşamına, kendi veya kanunî temsilcilerinin isteği üzerine, acı vermeyen bir yöntemle sonvermek demektir
Ötenazinin bir hukuki bir de dinî/ahlakî boyutu vardır. Bu uygulama pek çok ülke tarafından yasadışı ve suç olarak kabul edilmektedir. Ötenazinin türüne göre suçun niteliği ve cezası ülkeden ülkeye değişmektedir. Hollanda, Belçika ve A.B.D’nin bazı eyaletlerinde ise ötanazi yasal olarak uygulanmaktadır. Ötanazi tıp etiği açısından da büyük tartışmalara sebep olmaktadır.
Hıristiyanlık, Musevilik gibi semavi dinler ötanaziyi kabul etmemektedir. İslam dini de genel anlamda bu uygulamaya şiddetle karşı çıkmakta ve bu işlemi yapanlara suçun niteliğine göre çeşitli cezaî yaptırımlar öngörmektedir.
İslam hukukunda ötenazi suçunu işleyenlerin hukuki ve cezai sorumluluğu hakkında geniş bilgi edinmek için Yaşar Yiğit’in “İslâm Ceza Hukuku Açısından Ötanazi ve Hukukî Sonuçlarının Değerlendirilmesi” adlı makalesini inceleyebilirsiniz.
Genel anlamda ötenazinin meşruiyeti “ölme hakkı” denilen bir hakka dayandırılmaktadır. Bu hakkın İslam dini tarafından tanınabilmesine engel birçok dini, ahlaki ve hukuki ilke bulunmaktadır. Her şeyden önce İslaminsan hayatına büyük önem vermiştir. Dinin temel amaçlarının en başında canın korunması ilkesi yer almaktadır. Kur’an-ı Kerim’de “Bir insana hayat vermek bütün insanlara hayat vermek gibidir” buyurulmaktadır (el-Mâide 5/33). Kişilerin yaşamları için tehlike söz konusu olan durumlarda haram sayılan yiyecek ve içecekler mubah hale gelmekte, bazı farzlar terk edilebilmektedir. Hz. Peygamber riyazet için aşırı derecede diyet yapmayı ve ibadet yaparken bile olsa bedeni aşırı derecde yıpratmayı uygun bulmamıştır. O’nun sağlığı koruma ve hastalıklara karşı tedavi yollarını arama yönündeki tavsiyeleri de bu ilkeyi korumayı hedeflemektedir.
İslam’da kişinin haksız yere bir başkasını öldürmesi kadar kendi canına kıyması ya da buna teşebbüs etmesi de kesin biçimde yasaklanmıştır. Kur’ân- ı Kerîm’de bu yasak “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayızın” (el- Bakara 2/195) şeklinde ifade edilmiştir. İslam’a göre intihar kesin olarak yasaktır. Kur’ân’da “… kendinizi öldürmeyiniz” (en-Nisa 4/29) denilmektedir. Hadislerde de intihardan şiddetle kaçınmayı gerektiren ifadeler vardır. Bu ifadelere göre insanın kendi canına kayması affedilmeyecek ölçüde büyük bir suç ve günah sayılmaktadır.
Organ nakli, kaybedilen ya da görevini yapamayan bir organın yerine canlı veya ölü bir vericiden alınan sağlam ve aynı görevi üstlenecek başka bir organın nakledilmesi işlemidir. Günümüzde organ nakli birçok organ hastalığında alternatifi henüz geliştirilememiş bir tedavi yöntemi olarak yaygın bir şekilde uygulanmaktadır. Bu açıdan tıp ilminin önemli ilgi alanlarından biridir. Ancak konu din, ahlak ve hukuk alanlarını da yakından ilgilendirmektedir. Çünkü bu işlemde alıcı da verici de insan olup uygulama insan organı üzerinde gerçekleştirilmektedir. Biz burada konuya sadece dini açıdan ele alacağız. Fakat önce organ nakli ile ilgili kısa bir tarihçe verelim:
Organ naklinin, cismanî haşir ve organların kıyamet günü şahitlik edeceği inancıyla ve genel olarak İslam’daki dini sorumluluk esaslarıyla bağdaşıp bağdaşmadığı tartışılmaktadır.
1. Ehl-i sünnet bilginleri ve kelamcıların çoğunluğu Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı ifadelere dayanarak ahrette haşrin cismanî olacağını, yani insanın ruh ve bedeniyle birlikte diriltileceğini ve böylece hesaba çekilip ceza veya mükâfat göreceğini savunur. Bu açıdan bakıldığında organ nakli tereddütle karşılanabilmektedir.
Fakat günümüzde İslam bilginlerinin çoğunluğu organ naklinin bu inancı zedeleyen bir yönünün bulunmadığı görüşündedir. Çünkü nakledilen organ haşir sırasında asıl sahibine geri dönecektir. Ahrette insanın bütün organları en ince ayrıntısına kadar toplanacaktır. Organların toprakta çürümesi, yanıp kül olması, hayvanlar tarafından parçalanıp yenmesi gibidurumlarda da herkesin asli parçaları kendisiyle haşredilecektir. Nakledilen organın yeni sahibinde sevap veya günah işlemesi ise tamamen bu fiili işleyenle ilgili bir husustur. Çünkü sorumlulukta aslolan iradedir.
Kur’an-ı Kerîm’de kıyamet günü insanın ağzının mühürleneceği, ellerinin konuşup, ayaklarının şahitlik yapacağı bildirilir (en-Nûr, 24/24). Organ naklini caiz görenler bu ve benzeri ayetleri şöyle yorumlarlar: Bu konudaki naslar organların lisân-ı hâl ile konuşacağı şeklinde anlaşılabilir. Veya bunlar Allah’ın huzurunda insanın mazeret ileri sürme ve yalan beyanda bulunma imkânının bulunmayacağı, her şeyin apaçık ortada olacağı anlamında da yorumlanabilir.
Organ nakli, alıcı ve vericinin kişilik özellikleri ve dini sorumluluğu bakımından da bazı tereddütler doğurmaktadır. Ancak İslam bilginlerinin önemli bir çoğunluğu bu yönden de organ naklini engelleyen bir gerekçenin bulunmadığını belirtirler. Bu durumu da şöyle açıklarlar: Duygu, düşünce, akıl, inanç gibi manevi ve ruhi özellikler organların biyolojik yapısına bağlı değildir. Bu yüzden organ nakli ile kişilik transferi olmaz.
Diğer taraftan İslam cinsi, milliyeti, rengi, dini ve konumu ne olursa olsun her insana insan olarak bakmakta ve eşit bir yaşama hakkı tanımaktadır. Dolayısıyla organ veren kimsenin veya organ verilen şahsın fasık veya gayri müslim olması durumunda diğer taraf sorumlu olmaz. Sorumlulukta herkesin kendi hür iradesi esastır. İslam tedaviye önem vermiş, her insana tedavide eşit haklar tanımış, bir insana hayat vermeyi bütün insanlığa hayat verme gibi görmüştür. Bu sebeple Müslüman veya dindar olmayan kimselere organ vermek, onun günah işlemesine yardımcı olmak veya ömrünü uzatmak anlamına gelmez.
İslam bilginleri organ nakli meselesini fıkhî açıdan ele alırken genel hükümler içeren naslara ve genel fıkıh kaidelerine dayanmaktadırlar. Bu bağlamda konu ile ilgili bir fayda-zarar değerlendirmesi yapmakta, bu arada fıkıh geleneğindeki bazı çözümlerden de dolaylı biçimde yararlanmaktadırlar.
Konuyla ilgili çağdaş tartışmaların genel olarak haramla tedavi, diri olsun ölü olsun insan bedeninin saygınlığı ve dokunulmazlığı, yaratılışı bozma yasağı ve zaruret prensibi gibi konular temelinde yürütüldüğü görülmektedir.
Organ nakline olumsuz bakanlar, bu işlemi verici açısından insanın kendi bedeni üzerinde zararlı ve haksız bir tasarrufta bulunması olarak değerlendirirler. Alıcı açısından ise başkasının hayat hakkına tecavüz, haram maddeyle tedavi ve yaratlışı bozma olarak görürler. Bu yaklaşıma sahip olanlar, ileride insanın her organından yararlanmanın bir şekilde meşru görülmesinden, dolayısıyla insan bedeninin defnedilmeden parçalara ayrılarak her bir parçasından faydalanma yoluna gidilmesinden endişe duyarlar ve bu durumun insanın saygınlığı ilkesi ile bağdaşmadığını dile getirirler. Bu bilginler cismanî haşir ve organların şahitliği inancı ile asli yaratılışı (hilkat) bozmanın caiz olmamasını da kendi görüşlerine destek olarak sunarlar.
Günümüz fıkıh bilginlerinin çoğunluğu ise organ naklini alıcı açısından bir tür meşru tedavi yöntemi olarak kabul eder ve bunu esas itibariyle zaruret ve maslahat prensipleriyle temellendirirler. Bu bakışa göre insan hayatını tehdit eden bir açlık ve zaruret durumunda haram fiillerin mubaha dönüşeceği ve günahın kalkacağı fıkhın temel ilkeleri arasında yer alır. İslam ölüye değer vermekle birlikte insana ve hayata daha çok değer vermiş, hayatı korumayı dinin beş temel gayesinden biri saymıştır.
Bu görüş sahipleri klasik fıkıh doktrinindeki bazı görüş ve fetvaların da bu konuya ışık tuttuğunu söylerler. Mesela İslam bilginleri, hayatı tehdit eden açlık zarureti karşısında kalan kimsenin ölü insan etinden bile yiyebileceğini, tedavi maksadıyla haram ve necis şeyleri kullanılabileceğini, insan vücuduna, ölünün kemiğinin veya dişinin takılabileceğini belirtmişlerdir. Yine otopsi konusunda da işaret ettiğimiz gibi fıkıh bilginleri yavruyu kurtarmak için ölen annenin karnının yarılabileceğini ve yutulmuş mücevher gibi değerli bir malı çıkarmak için ölünün karnının açılabileceğini söylemişlerdir.
Çocuk düşürme meselesi aslında yeni bir konu değildir. Klasik fıkıh eserlerinde öteden beri bu konu hem dinî hükmü hem de hukukî ve cezaî yaptırımı bağlamında ele alınmıştır. Bu eserlerde yer alan açıklama ve hükümlerin önemli bir kısmının dönemin yetersiz tıbbi bilgi ve anlayışlarına dayandığı da bir gerçektir. Bunların günümüzde büyük bir gelişme kaydeden modern tıbbın verileri ışğında yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu yaklaşımlar temelinde klasik fıkıh bilginlerinin çocuk düşürme ile
ilgili görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
Hanefîlerin çoğunluğu ruhun 120 günde üflendiğini bildiren hadise dayanarak bu süreye kadar çocuğun düşürülmesini caiz görmüştür. Hanefî bilginlerden bazıları bunun mutlak olmadığını, sadece haklı ve zorunlu bir sebebe dayanması halinde caiz olabileceğini belirtmişlerdir. Emzikli çocuğu bulunan kadının gebe kalması durumunda sütünün kesilmesi, kocanın da sütanne temin edememesi durumu bu mazeretler arasında sayılmaktadır.
Şafiîler cenine gebeliğin kırkıncı gününden sonra ruh üflendiğine ilişkin hadisi esas alarak bu süre içinde eşlerin rızasının olması ve anne adayının bundan zarar görmemesi şartıyla çocuk düşürmenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Hanbelî mezhebinde de tercih edilen görüş ruh üflenmeden önce çocuk düşürmenin caiz olduğu yönündedir. Onlar da bu konuda kırk günü esas almışlardır. Fakat her iki mezhep içinde de çocuk düşürmenin gebeliğin her aşamasında caiz olmadığı görüşünde olan bilginler vardır. Örneğin Şafiî bilginlerinden Gazzalî ceninin rahim duvarına yapışmasından itibaren çocuk düşürmenin caiz olmadığını ve cinayet sayıldığını belirtmiştir. Ancak Gazzalî bunun günahının ilk günlerde daha hafif olduğu gebelik süresi arttıkça günahın katlandığı görüşündedir.
Malikîlere göre de kırk günden sonra çocuk düşürmek haramdır. Bu mezhepte ağırlıklı görüş kırk günden önce de çocuk düşürmenin haram olduğu yönündedir. Bununla birlikte bu mezhebe mensup bazı bilginler kırk günden önceki çocuk düşürmelerin mubah veya mekruh olduğunu söylemişlerdir. Bu arada Zahirîler de Malikilerdeki hâkim görüşe paralel olarak çocuk düşürmenin hiçbir şekilde caiz olmadığı görüşündedirler.
Sözlükte “kazımak” anlamına gelen kürtaj teknik bir terim olarak rahim içindeki bir gebeliğin tıbbî bir müdahale ile sonlandırılması demektir. Bunun için gebeliğin durumuna ve süresine göre farklı teknikler uygulanmaktadır. Günümüzde oldukça gelişen tıp bilim ve teknolojisi sayesinde ana rahmindeki ceninin durumu ve gelişim süreçleri ayrıntılı bir şekilde izlenebilmektedir. Bu bilgiler ana rahmindeki embriyonun bedensel olarak gebeliğin ilk haftalarından itibaren çok hızlı bir gelişme kaydettiğini, altıncı ve yedinci haftalardan sonra (yaklaşık 40-45 gün) dışarıdan bakıldığında bir insan şekline kavuştuğunu göstermektedir. Çağdaş fıkh bilginleri günümüzde yeni bir boyut kazanan kürtaj meselesine bu yeni bilimsel ve tıbbî veriler ışığında yaklaşmakta ve çocuk düşürme ile ilgili klasik fıkhî anlayıştan oldukça farklı sonuçlar ortaya koymaktadırlar.
Günümüzde çok tartışılan meselelerden biri de tüp bebek uygulamasıdır. Bu uygulama değişik tıbbî rahatsızlıklar sebebiyle çocuk sahibi olamayan çiftlerin çocuk sahibi olmak amacıyla kullandıkları bir tekniktir. Tüp bebek uygulaması bir tür sun’î döllenme yöntemidir. En basit anlatımıyla şöyleuygulanmaktadır. Normal yoldan çocuk sahibi olamayan ailelerde anne adayına bazı hormonlar aşılanmakta, bu şekilde yumurtalıklar uyarılarak birçok yumurta elde edilmektedir (en az 7-9 adet). Bunlar baba adayının spermleri ile laboratuar ortamında döllendirilmekte ve embriyoların gelişmesi için yine laboratuar koşullarında birkaç gün bekletilmektedir. Bundan sonra elde edilen embriyolardan iki üç tanesi anne adayının rahmine yerleştirilmektedir.
Sun’î döllenme ve tüp bebek uygulaması aslında normal yoldan çocuk sahibi olmayan eşleri tedavi etmek ve onların çocuk sahibi olmasını sağlamak üzere geliştirilmiştir. Bu açıdan başlangıç olarak gayet olumlu ve iyi niyetlidir. Fakat bu yöntem daha sonra özellikle Batı’da giderek farklı boyutlar kazanmış ve toplumun geleneksel, dinî, ahlakî ve sosyal değerleriyle çelişen bir takım amaçlar doğrultusunda kullanılmaya başlanmıştır. Batı ülkeleri başta olmak üzere bütün dünyada sun’î döllenme ve tüp bebek konusu tıp etiği ve biyoetik açıdan ciddi şekilde tartışılmaktadır.”