İnsanların ihtiyaçlarının bir an önce karşılanabilmesi için; mal peşin para veresiye (taksitli alışveriş) ve para peşin mal veresiye (selem alışverişi) şeklinde vadeli alışverişe müsaade edilmiştir. Söz konusu vadeli alışverişlerin meşrûiyeti (dine uygunluğu) Kitap ve Sünnet delilleriyle sabittir.
Hadislerde “Bir satış içinde iki satış” (Ahmed b. HanbelI, 394), “Bir satış içinde bir veya iki şart” yasaklanmıştır (Buhârî, “Büyû‘” 73). Veresiye satışta da, “Peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata” denilerek sözleşme gerçekleştirildiğine göre, bu işlem yasak olmalıdır.
Gerek borç işleminde gerekse aynı cins malların birbirleri ile takasında karşılıksız fazlalık faiz görülerek yasaklanmıştır.
Bir malın “Peşin şu fiyata, veresiye şu fiyata” denilerek satılması halinde, akde konu olan malın fiyatındaki belirsizlik nedeniyle sözleşme fâsid ya da batıl olmaktadır. Veresiye satışta da bu nevi bir belirsizlik bulunduğundan, veresiye satış caiz olmamalıdır.
İslam’da her nevi sebepsiz, haksız kazanç kesin olarak yasaktır.
Harama götüren helal yolları kapatma (sedd-i zerîa) ilkesi gereğince bu tür bir işlemi yasaklamak gerekmektedir. Ayrıca esnafın, peşin olarak alışveriş yapma imkânı olmayan kimselere peşin fiyatına veresiye/taksitle mal satması teşvik edilmeli, bunun için faizsiz borç para (karz-ı hasen) veren müesseseler oluşturulmalıdır.
İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre vadeli satışlardaki vade farkı caizdir. Bu görüşte olanların delilleri ise şunlardır:
Hadis âlimleri şartlı satışı yasaklayan hadisin sahih olmadığını, senedinde tenkide uğramış ravilerin bulunduğunu tespit etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber’in şartlı alışveriş yaptığına ve buna müsaade ettiğine dair sahih hadisler mevcuttur
Veresiye satıştaki vade farkı faiz değildir. Çünkü para karşılığında para olmayan bir mal -gerek peşin gerekse veresiye olarak- satıldığı zaman, fiyat farkı faiz sayılmaz. İslam’ın faiz anlayışı buna müsait değildir.
Veresiye satıştaki fiyat farkının, vadenin karşılığı olarak görülmesi de doğru değildir. Çünkü çok değişik etkenler, veresiye şeklinde gerçekleşen satıştaki fiyatın peşin fiyatından daha fazla olmasını gerekli kılabilir.
Meşrû kazanç yalnızca emeğin mahsulü değildir. Tarlasını, evini, dükkânını kiraya veren, sermayesini şirkete yatıran kişiler, hiçbir emek sarf etmeden kazanç ve kâr sağlarlar.
Vadeli satışta mal müşteriye teslim edilmiş olup, henüz parası alınmamıştır. Tahsil edilmemiş alacaklar için her zaman bir riziko söz konusudur. Bu riziko, alacağın tahsil edilememesi ve enflasyon gibi ihtimalleri ihtiva eder.
Taraflar, veresiye satışta malın fiyatı ve ödemenin nasıl yapılacağı hususunda anlaştıkları için, satışta belirsiz bir durum olmadığından, vadeli satış “meçhulün satışı (ma‘dûmun bey‘i)” anlamına gelmeyecektir.
Selem alışverişinin Sünnet’le sabit olması, veresiye alışverişlerdeki vade farkının da caiz olmasını gerektirir.
Vade farkını yasaklamak ihtiyaç sahiplerinin işini daha da zorlaştıracaktır. Bu haram yolu tıkamak için de vade farkı ile veresiye satışı helal görmek gerekmektedir.
Sonuç olarak, vadeli satışta vade farkı tartışmasında tarafların delillerine bakıldığında, bir malı veresiye olarak vade farkıyla satmanın caiz olduğunu savunan tarafın delillerinin daha güçlü olduğu görülmektedir. Bu nedenle İslam âlimlerinin çoğunluğu bu tür satışın caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Yani veresiye satış caiz olduğu gibi, veresiye satışta makul bir miktar vade farkı da caiz olmalıdır.
Günümüzde değişik maksatlarla fiyat belirlenmeden alışveriş yapıldığı görülmektedir. İslam fıkhına göre alışverişin sıhhat şartlarından birisi, satılan malın ve fiyatının taraflar arasında tartışmaya sebep olmayacak açıklıkta belirlenmesidir. Fiyat belirlenmeden yapılan alışverişlerin İslam fıkhı açısından meşrû olup olmadığı hususu, iki örnek durum çerçevesinde ele alınabilir. Bu iki durum “malın bir kısmının fiyatını belirleyerek yapılan alışveriş” ile “ekonomik istikrarsızlık nedeniyle fiyat belirlenmeden yapılan veresiye alışveriş”tir.
Ticarî mallar genellikle kilo, ölçek, litre ya da metre gibi ölçü ve tartı birimleriyle ölçülüp tartılarak satılır. Bununla birlikte herhangi bir ölçü ya da tartı birimiyle ölçülüp tartılmadan, tahmine dayanarak da satış yapılmakta olup, bu durum hükmü etkilememektedir.
Bu tür alışverişte satıcı için de bir mahzur oluşmamakta, o da hayvanı kaç kilo gelmişse, başta anlaşılan “birim kilo fiyatı” üzerinden hesabın yapılması neticesinde parasını almaktadır.
Buna göre, sözü edilen satış işlemi sırasında satın alınan hayvanın bütün olarak kaça alınıp satıldığı belirsiz olmakla birlikte, bu hayvandan çıkacak etin birim kilo fiyatı satış esnasında belirlenmiş durumdadır. İlk bakışta, böyle bir alışveriş, klasik fıkıhta yer alan “Bir satış akdinde satılan mal ya da fiyattaki bilinmezlik, akdi kusurlu yapar/ifsad eder” kuralı kapsamına girdiğinden, bu tür alışverişin kusurlu/fâsid olduğuna hükmedilebilir. Ancak, söz konusu satış işlemine bakıldığında; bir akdin kurulması için gerekli olan şartlar mevcuttur. Nitekim bunları oluşturan taraflar, icab-kabul, akit mahallinin mevcut olması; akde konu olan şeyin biliniyor (malum) olması, tesliminin mümkün olması ve akdin hükmünü uygulamaya müsait olması gibi şartların yerinde olduğu görülecektir.
Genel olarak bilinmezlik, satış akdinde sözleşmenin sıhhatini etkileyen bir durumdur. Fakat klasik döneme ait fıkıh kaynaklarımızda bilinmezlik (=cehalet) az ve çok olarak ikiye ayrılarak ele alınmış olup, az olan bilinmezliğin akde tesiri olmadığına hükmedilmiştir.
Şâfii Mezhebi hukukçularından Şirbînî şöyle der: “Bu satış sahihtir, çünkü satılan şey görülmektedir. Ortada satış karşılığı verilecek paranın toplam miktarında bir an için belirsizlik mevcutsa da, müşteri alacağı kadar aldıktan sonra toplam fiyat da açığa çıkacak ve aldanma (garar) riski ortadan kalkacaktır. Bu takdirde bu satış tıpkı götürü satış gibi olacaktır ki, bunun caiz olduğu bilinmektedir”.
Ahmed b. Hanbel malın fiyatının gelecekte belirlenmesi şeklindeki satışı da caiz görmektedir. Onun bu husustaki gerekçesi ise “İnsanların örfü ve alışkanlıkları böyle olabilir. Bu takdirde ihtiyaç ve meşakkati kaldırmak için böyle bir satış caiz görülmelidir” şeklindedir.
Canlı olarak ya da kesim sonrasında tartılmak üzere kilosu şu fiyattan diye yapılan satış işlemi sahih bir satış işlemi olarak nitelenebilecek olup, böyle bir satışın batıl veya fasid olarak nitelenmesi uygun değildir. Çünkü söz konusu satış işlemi, her ne kadar klasik fıkhımızdaki “cüzâfen satış” diye bilinen “götürü usulü, malın ne kadar geleceği ölçülüp tartılmadan, göz kararıyla yapılan satış” işleminden farklılık arz etse de, bu tür bir satış işlemi fıkıh kaynaklarımızda sahih satım akdi için gerekli görülen özellikleri taşımaktadır.
Enflasyonun yüksek olduğu dönemlerde esnaf, veresiye olarak satacağı malın fiyatını belirlemeden satabilmektedir. Bu nedenle, alacak defterine satılan malın ismi/cinsi ve miktarı yazılmakta, borç olarak para cinsinden bir rakam yazılmamaktadır. Bu uygulamada müşteri ödemede bulunacağı zaman, satın aldığı malın o günkü fiyatı ne olmuş ise, ona göre esnafa olan borcunu ödemektedir.
Bu tür bir alışveriş, klasik fıkıhta belirlenmiş olan satış şablonuna uymamaktadır. Çünkü İslam fıkhında belirlenmiş olan kurala göre vadeli bir satışta; satılan mal, bu mal karşılığında ödenecek olan para, ödemenin yapılacağı zaman ve ödeme şekli belirlenmelidir. Bunlardan birinde taraflar arasında nizaya sebep olabilecek düzeyde bir belirsizliğin bulunması, akdin en azından fâsid olmasını gerektirecektir.
Vadeli alışveriş, bir malın borç ya da ödünç olarak verilmesinden farklı olup, bu tür satışta esnaf, belirlenen süre sonrasında sattığı malın parasının getirilmesini beklemekte; müşterisinin satın aldığı şeyin misli bir malı kendisine getirmesini ise aklından bile geçirmemektedir.
Bu tür veresiye alışverişin meşrû olup olmadığı hususunda iki görüş mevcuttur:
1.Akit sırasında veresiye olarak satılan malın fiyatı belirlenmediği için bu tür alışveriş uygun değildir. Bu durumda satılan malın mülkiyeti meşrû bir şekilde satıcıdan müşteriye intikal etmez. Mal, fâsid bir akitle el değiştirdiği için, gasba benzer bir durum söz konusu olur ki, böyle bir işlem caiz değildir.
2.Fiyat belirtmeden veresiye olarak satılan malın fiyatının müşterinin ödemede bulunacağı günün fiyatından hesaplanması caizdir.
Normal piyasa şartlarında karşılıklı olarak rızanın oluşabilmesi için vadeli olarak satılan malın satış esnasında fiyatının belirlenmesi gerekir.
Modern iletişim araçlarıyla yapılan alışverişin İslam fıkhı açısından hükmü güncel fıkıh problemlerinden birisidir.
İslam fıkhına göre akit şu şekillerden biriyle gerçekleşir: Tarafların aynı zaman ve mekânda hazır bulunarak icabkabulde bulunmalarıyla ya da birbirlerinden farklı mekânlarda bulunmakla beraber, karşı tarafa iradelerini beyan eden bir mektup veya elçi göndermeleriyle. Bu durumda mektubun alınıp açıldığı ya da elçinin gelip uzaktaki tarafın beyanını açıkladığı anda akit meclisi kurulmuş olur. Hazırlar arasında oluşan akit meclisinde, detaylarda farklılık bulunmakla beraber, taraflar sözleşme bahsinden başka konulara geçene veya taraflar kalkarak o meclisi terekedene kadar, gerek “icab”da bulunan gerekse “kabul” beyanında bulunan kimse 161 akdi bozma muhayyerliğine sahiptir. Buna göre akit meclisi dağılana kadar akdin bağlayıcılığı bulunmamaktadır.
Mektup ya da elçi aracılığıyla yapılan akitte ise, mektubun ilk açıldığı anda karşı tarafın kabulde bulunmaması halinde meclisin sona erdiği yönünde görüşler bulunduğu gibi, mektubun her okunuşunda akit meclisinin tekrar kurulmuş olacağı şeklinde de görüşler bulunmaktadır.
Modern iletişim araçlarıyla yapılan sözleşme/alışveriş konusunun günümüz araştırmacılarını ilgilendiren yönü; bu araçlarla yapılan sözleşmelerin şekli ile fıkıh kitaplarında yer alan sözleşme şekilleri arasındaki benzerlik veya ayrılıkların tespiti ve günümüz şartları dikkate alınarak buralardaki hükümlere açıklık getirme, ilaveler yapma ve gerekiyorsa de- ğişiklikler önerme noktasında kendisini göstermektedir.
Geçmiş dönemlerde bu aracılar ya elçi veya mektupken, günümüzde bu aracılar telefon, faks, internet gibi elektronik aygıtlardır. Bunlarla yapılan ticarete e-ticaret veya elektronik ticaret ismi verilmektedir.
Buna göre telefon, internet, görüntülü telefon, tele konferans sistemi gibi araçlarla yapılan alışverişlerde, hazırlar arasında gereçekleşen normal akitleşme kuralları geçerlidir.
İbrahim Kâfi Dönmez’ye göre, telgraf, faks, kaset, disket vb. materyallerin gönderilmesi suretiyle yapılan sözleşmeler, klasik dönemde mektupla yapılan sözleşmelere benzetilerek, gaibler arası akit gibi değerlendirilmiştir.
Sahih bir sözleşme için tarafların aynı mekânda hazır bulunmalarının şart olmadığı ve birbirinden uzakta bulunan kimselerin de akitleşebilecekleri gerçeğinden hareketle, günümüzde tedavülde olan elektronik cihazlarla ticari akitlerin yapılması mümkündür.
Kaparo, ön ödeme, pey akçesi, pişmanlık akçesi gibi isimlerle de anılmakta olup: “Bir satış ya da kira sözleşmesinde müşterinin, sözleşmeyi tamamlaması halinde toplam fiyattan düşülmesi, feshetmesi durumunda ise akitten dönmenin karşılığı olarak mal sahibinde kalması şartıyla yaptığı ön ödemedir.”
Konu Kur’an’da yer almazken, Sünnet’te hem kaparonun caiz olduğu hem de caiz olmadığı anlamına gelebilecek rivayetler bulunmaktadır. “Hz. Peygamber kaparolu satışı yasakladı”(elMuvatta’, “Büyû‘”, 1); “Rasûlüllah’a kaparolu satışın hükmü soruldu, o helal olduğunu söyledi” (Şevkânî,1994,V, 232). Ancak “hadis tenkidi” konusunda uzman âlimler tarafından farklı açılardan eleştirilmiş olan bu rivayetler “zayıf” olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenledir ki, kaparolu satışın hükmü İslam tarihinin ilk günlerinden beri tartışılmıştır.
Konu hakkında iki farklı görüş bulunmaktadır:
Sahabe döneminden itibaren İslam fıkıhçılarının çoğunluğu, bu tür bir sözleşmenin caiz olmadığı kanaatindedir. Hanefîler, Malikîler ve Şafiîler de bu işlemi sahih görmemişler ve kaparonun satıcıya helal olmayacağını belirtmişlerdir.
Ünlü İslam bilgini Şevkânî de konuyla ilgili lehte ve aleyhte rivayetler bulunmasından hareketle kaparonun caiz olmayacağı sonucuna varır.
Bir kısım sahabe ve genelde Hanbelî âlimleri kaparolu sözleşmenin caiz olduğu görüşündedirler.
Günümüz İslam hukukçularının genel eğilimi de kaparolu satışın caiz olduğu yönündedir. Ayrıca İslam Fıkıh Akademisi 1994 yılında Bruney’de yaptığı toplantıda konuyu ele almış ve şu sonuca ulaşmıştır: Kaparolu satış, genel olarak satım ve kira gibi akidlerde cari olmakla birlikte, bedellerden birinin veya her ikisinin peşin olarak tesliminin gerektiği durumlar bundan müstesnadır. Kaparolu satış, muhayyerlik süresinin sınırlandırılması şartıyla, ilke olarak caizdir. Akid yapılırsa kaparo bedele mahsup edilir, müşteri sözleşmeden cayarsa kaparo satıcının hakkı olur.
Peştemallik” olarak da bilinen hava parası; bir ticarethanenin devri durumunda ticarethanenin yeri, müşterileri, şöhreti gibi nedenler göz önünde bulundurularak asıl değerinin yanında alınan, tabir caizse, manevi sermaye karşılığında ödenen paradır. Hava parası; mâlik veya kiracı sıfatıyla elinde bulundurduğu gayr-i menkûlü devreden kişinin, karşı taraftan, kira dışında aldığı bedel olarak da ifade edilebilir”.
İslam hukukuna göre kiracı ile mal sahibi, karşılıklı rıza ile kira akdinde kararlaştırılan müddet tamamlanmadan önce akdi sona erdirme hakkına sahiptirler.
Bir miktar “hava parası” karşılığında boşaltmayı kabul ederse, buna karşılık alacağı hava parası kendisine helaldir.
Bir gayrimenkulü şartsız olarak kiralayan kiracı, kiraladığı gayrimenkulü kira müddeti içinde istediği bedelle bir başkasına kiralayabilir. Hanefîler, kiracının kiraladığı yeri bir başkasına daha fazla bir bedelle kiraya verebilmesi için, o gayrimenkule bakım, onarım gibi bir masraf yapmış olmasını gerekli görürler. Aksi takdirde, birinci kiracının kiraladığı yerden alacağı fazla meblağın/kiranın tasadduk edilmesini önerirler.
Çoğunluğun görüşüne göre, kiracı meşrû olarak kiraladığı bir dükkân ya da işyerini bir başkasına daha fazla fiyatla kiraya verebilir, yani kiralık gayrimenkulün el değiştirmesi durumunda önceki kiracı sonradan kiralayacak olandan hava parası alabilir.
Kiracının kiraladığı yeri, kira süresi içinde bir başkasına kiraya vermesi ya da ödünç vermesi prensip olarak kabul edilmekte olup, burada dikkat edilecek şey, ikinci kiracının veya ödünç alanın söz konusu olan gayrimenkule birinci kişiden daha fazla zarar verecek şekilde kullanmamasıdır.
Kiraladığı şeyi bir başkasına kiralayacak olan kimsenin, kendisinin verdiği kiradan daha fazlasına kiraya vermesi caiz olduğu gibi, belirli miktar hava parası alarak, kiraladığı gayrimenkulü yeni kiracı için boşaltması ve bu şahsın aynı kira ile bu gayrimenkulde kiracı olarak devam etmesi de mümkündür.
Sigorta ve Sigortacılık Kavramı
Sigorta, prim karşılığında cana veya mala karşı oluşan risklerin zararlarını tazmin etme güvencesi anlamına gelmektedir. Ticari anlamıyla sigortacılık ise “cana veya mala karşı oluşma ihtimali bulunan risklerin zararlarını tazmin etme güvencesi satışı” anlamındadır. Buna göre, sigortacılık bir ticaret türüdür.
Sigorta kurumunun üyelerine sunacağı maddi güvencenin/tazminatın oluşmasında, sigorta güvencesi alan kimselerin de katkısı bulunmaktadır. Bu katkı ticari sigorta türlerinde sabitken, karşılıklı/mütüel sigortalarda ise, her dönem değişkenlik gösterebilmektedir.
Sigortalar “sosyal sigortalar” ve “özel/hususi sigortalar” olmak üzere iki ana kola ayrılmaktadır. Sosyal sigortalar, belirli halk gruplarının sosyal güvenliklerini temin amacıyla kanunla kurulan ve belirli iş kolunda 167 çalışanların iştirak etmeleri çoğu defa mecburi olan sigortalardır. Hususi sigortalar ise bireylerin özel menfaatlerinin çeşitli rizikolara karşı teminat altına alınması için serbest iradeleriyle vücuda getirdikleri bir riziko teminatıdır. Hususi sigortalar, sigortalıların ödeyecekleri primin sabit ya da değişken oluşu açısından ikiye ayrılmaktadırlar.
1.Sabit primli sigorta: Bu sigortalarda, sabit olarak belirlenmiş bir sigorta primi karşılığında sigorta güvencesi sunulmaktadır. Burada sigortalının, sözleşme esnasında belirlenen primi ödeme dışında başkaca bir maddi yükümlülüğü bulunmadığı için bu sigortalar “sabit primli” olarak anılmaktadır.
2. Değişken primli sigorta: Bu sigortalarda sigortalıların ödeyecekleri prim miktarı sözleşme esnasında sabit olarak belirlenmeyip, sigortalıların gerçek yükümlülükleri belirli dönem sonunda tespit edilebilmektedir. Doğal olarak bu sigortalarda sigortalıların gerçek yükümlülüğü dönemlere göre değişiklik arz etmekte, bu sebeple de bu tür hususi sigortalara “değişken primli sigortalar” denmektedir.
Sabit primli hususi sigortaların, diğer bir deyişle ticari sigortaların meşrû olup olmadığı hakkında İslam hukukçuları farklı görüşlere sahiptirler. Bu konuda temelde üç farklı yaklaşımın varlığı görülmektedir.
Günümüz âlimlerinin çoğunluğu, mevcut haliyle ticari sigorta sözleş- melerinin, İslam hukukunda benimsenmiş olan klasik sözleşmelere aynıyla uymadığı görüşünde olup, bu sözleşmenin bedelli/ivazlı yeni bir ticari sözleşme olduğunu kabul etmişlerdir.
Günümüz İslam âlimlerinin bir kısmı, ticari sigortaların her türüyle caiz olduğunu benimsemiştir.
Bu âlimlerin bir kısmı, sigorta sisteminden faizin çıkarılması kaydıyla ticari sigortaları meşrû saymış, bir kısmı ise devlet yönetiminde olması şartıyla ticari sigortaların meşrû olacağını iddia etmiştir.
Dünya İslam Birliği’ne bağlı Fıkıh Akademisi’nin 1977 yılında Riyad’da gerçekleştirdiği toplantıda karşılıklı sigortaların caiz olduğu kararı ittifakla alınmış; 1978 yılında Mekke’de yaptığı toplantıda ise, üyelerin büyük kısmı, ticari sigortanın bütün nevileriyle haram olduğu görüşünü benimsemişlerdir.
İslam Konferansı Teşkilatına bağlı İslam Fıkhı Akademisi’nin 1985 yılında gerçekleştirdiği II. Dönem toplantısında ise sigortayla ilgili şu karar alınmıştır: “Ticari sigorta şirketlerinin uygulamakta olduğu sabit prim esasına dayalı ticari sigorta sözleşmesi, akdi geçersiz kılacak ölçüde büyük garar/belirsizlik içermekte olup, dinen haramdır.
1996 yılında Konya’da gerçekleştirilen I. Uluslararası İslam Ticaret Hukukunun Günümüzdeki Meseleleri Kongresi’nde sigorta da tartışılmış ve bu konuya tahsis edilen oturumun sonuç bildirgesinde şu kararlara yer verilmiştir: “Heyet, prensip olarak sigorta sisteminin caiz ve gerekli olduğunda görüş birliği içindedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 4.7.2005 tarihinde sigorta hakkında aldığı karar ise şöyledir: “…Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında; a) Genel olarak sosyal sigortalar, karşılıklı sigortalar ve ticari sigortaların caiz olduğuna, b) Kâr payı esasına dayalı çalışan birikimli hayat sigortası ile bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sisteminin ise, yatırılan primlerin, dinen helal olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz olduğuna, c) Konusu din tarafından yasaklanmış olan sigortanın caiz olmadığına, karar verildi.””