Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası ve Uygulama Esasları

Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası ve Uygulama Esasları

Yeni Türk Devleti’nin Dış İlişkileri (1923-1938)
Milli mücadele dönemi boyunca Misak-ı Milli gerçekleştirilmeye çalışılmış ve dış ilişkiler, tarihi dostluk veya hasımlıklar çerçevesinde değil, tamamen ulusal çıkarlar çerçevesinde şekillendirilmiştir. Bu süreçte diplomasi dili egemen olmuş ve Avrupa devletleri ve Rusya ile ayrı ayrı görüşülmüştür. Türkiye’nin modernanlamda bir devlet olarak ortaya çıkması Lozan Konferansıyla gerçekleşmiş ve bu konferanstan sonra 1923-1930 yılları arasında Türkiye, Lozan Konferansı’nda çeşitli nedenlerden dolayı sonuçlandırılamayan meselelerle meşgul olmuştur. Bu meseleleri ulusal çıkarlara uygun olarak çözmeye gayret etmiştir. Bu konular İngiltere ile Musul Sorunu, Fransa ile Kapitülasyonlar, Hatay ve diğer sorunlar, Yunanistan ile Ahali Mübadelesi olarak sıralanabilir.

I. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası ilişkiler savaşı kazanan devletlerin yeni düzenin devamını istemesi, kaybeden devletlerin de yeni bir düzen istemesi şeklinde devam etmiştir. I. Dünya Savaşı’nı kaybeden tarafta yer almasına rağmen Türkiye revizyonist bir politika gütmemiştir. Şüphesiz bunda Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasının ve Sevr Antlaşması’nı geçersiz saymasının etkisi büyüktür.

Atatürk’ün Dış Politikadaki Uygulama Esasları
Gerçekçilik
Atatürk’ün dış politikası gerçekçidir, maceradan uzak durmayı hedefler. Türk milletinin gücünü ve imkânlarını bilmek kadar, karşısındaki devletlerin ne yapacaklarını
veya ne yapamayacaklarını, gerçekçi ve doğru şekilde değerlendirmiş olan bir uygulama görülür.

Tam Bağımsızlık
Bağımsızlık ilkesi ile diğer ülkelerle olan ilişkilerde genç cumhuriyetin bağımsızlığının korunmasına özen gösterilmesi hedeflenmiştir. Yeni kurulan devletin gerçek
bağımsızlığı önde gelen amaçtır ve bu da siyasi, iktisadi, mali, askerî ve kültürel açıdan bağımsızlıktı ve bunlarda ödün verilemezdi.

Barışçılık
Atatürk “Yurtta sulh cihanda sulh” sözüyle dış politikada barışı bir ilke haline getirmiştir.

Akılcılık
Atatürk Türkiye’sinin dış politika anlayışı ideolojik doğmalara, ön yargılı saplantılara değil, akıl üzerine oturtulmuştur. Uluslararası ilişkilerde, tarihî dostluk ve tarihî düşmanlık yerine, değişen şartlar ve karşılıklı yarar ilişkileri esas alınmıştır. Atatürk bu doğrultuda, siyasal, toplumsal ve ekonomik düzenleri çok farklı ülkelerle de dostluklar kurabilmiştir.
Bu esaslara, uluslararası adil bir düzen kurma, sömürgeciliğe karşı oluş ve hukuka bağlılık gibi hususlar da eklenebilir. Bunların dışında bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü korumak anlamında Türkiye’nin güvenliğinden duyduğu endişe onun dış politikasına etki etmiştir.

Güvenlik Politikası ve İttifaklar Sistemi
Atatürk, cumhuriyetin kendini koruyabilmesi için ulusal ve uluslararası güvenlik önlemlerini almanın gerekliliğini görmüştü. Bu bakımdan, askerî harcamalar ve ordunun modernleştirilmesi, ülkenin ekonomik yapılanması ile eş zamanlı olarak yürütülmüştür. Savaş sonrası ekonomik, siyasi ve askeri durum Türkiye’yi denge siyaseti gütmeye ve güvenlik tedbirleri almaya itmiştir. Türkiye’nin Rusya’ya komşu oluşu ve bir Ortadoğu ülkesi oluşu gibi nedenler dış politikayı etkilemiştir.

Lozan’dan Kalan Meseleler ve Batılı Devletlerle
İlişkiler
Türk heyeti Lozan’a giderken savaş arenasında galip gelmenin avantajına sahipti. Ancak uzun savaş yıllarının etkisiyle, ekonomik şartlar ve yetişmiş insan gücü sıkıntısı vardı. Bu durumun farkında olan muhataplar, şartlarını kabul ettirmek için Türk heyetini zorlamışlardı. Heyet, görüşmeleri keserek Türkiye’ye dönmek ve meclisi bilgilendirmek ihtiyacı hissetmişti. TBMM’de mevcut şartların mücadeledeki yol haritası olan Misak-ı Millî’ye tam olarak uymadığı gerekçesi ile direnmekteydi. Ancak anlaşma olmaz ise savaşa devam etmek için gereken birikim de son savaşlarda tüketilmişti. TBMM son kararı
millete bırakmak için seçim kararı olarak çalışmalarını sonlandırmış, oluşturulan İkinci dönem TBMM üyeleri Lozan konusunda yetkili kılınmışlardı. Lozan’da kabul edilmek durumunda kalınan şartların beklentileri tam olarak karşılamadığının bilincinde olan Atatürk ve çalışma arkadaşları bundan sonraki süreçte değişen dış politika şartlarını ustaca kullanarak millete verilen sözlerin yerine getirilmesine çalışmışlar ve çok büyük oranda da başarılı olmuşlardır.

Türk-İngiliz İlişkileri ve Musul Meselesi
Musul meselesi, Lozan’da çözülemeyen ve çözümü ikili görüşmelere bırakılan meselelerden en önemlisidir. Musul sahip olduğu petrol yataklarından dolayı çok önemlidir ve İngilizler daha I. Dünya Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin diğer üyelerini Musul’un kendisine verilmesi konusunda ikna etmiştir. Mondros Mütarekesi imzalandığı
gün Osmanlı toprağı olan Musul İngilizler tarafından Mondros Ateşkes Antlaşmasına aykırı olarak 15 Kasım 1918 günü işgal edilmiştir. Son Osmanlı Mebusan Meclisi
de Ateşkes esnasında Osmanlı toprağı olduğu için Musul’u Misak-ı Milli sınırları içerisinde Türk toprağı olarak göstermiştir. Anadolu Hükümeti de her platformda
bu bölgeyi Türkiye’den koparan Sevr Antlaşmasını tanımadığını belirtmiştir. İngilizlerin Musul üzerindeki ısrarı karşısında TBMM Lozan Antlaşması’nın imzalanmasını tehlikeye atmamak için bu meselenin çözümünü ileri bir tarihe atmıştır. Musul meselesinin
çözümü Milletler Cemiyeti’ne bırakılmak zorunda kalınmıştır. Zengin petrol yataklarına sahip olması, Ortadoğu için stratejik bir öneme sahip olması ve ingiltere için zengin petrol yatakları, İngiliz sömürgesi olan

Hindistan’a giden yolun güvenliği ve Orta Doğudaki çıkarları açısından stratejik ve ekonomik bir bölge idi. Milletler Cemiyeti’ndeki ağırlığını kullanan İngilizler
Musul’u Türkiye’den koparmayı başarmıştır. İsmet Paşa’nın tüm ısrarlarına rağmen Lozan’da Musul konusuyla ilgili Türk görüşünü kabul ettirememesi, TBMM’de 21 Şubat 1923 tarihli gizli oturumda milletvekillerinin ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. muhalefetin tepkisine rağmen başta Mustafa Kemal Paşa ve Türk hükûmetinin, o günkü şartlarda Musul sorununu daha sonraya bırakmayı uygun görmektedirler. Öte yandan
bu süreçte İngilizler de boş durmamışlardır. Lozan Barış Antlaşması’ndan kısa bir süre sonra Süleymaniye’yi bombalamışlar ve işgal etmişlerdir. Musul sorunu, Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından 30 Eylül 1924’te görüşülmeye başlandı. Bu görüşmeler
sürerken Türk-İngiliz ilişkileri iyice gerginleşti ve Milletler Cemiyeti Türkiye ile İngiltere arasındaki sınır anlaşmazlığına, 29 Ekim 1924 Türkiye-Irak geçici sınırını tespit ederek çözüm buldu. Milletler Cemiyeti Konseyi, 16 Aralık 1925 tarihinde üçlü komisyonun raporunu benimsedi. Bu sırada Türkiye’de iç siyasi hayatta yaşanan bir takım olumsuzlukların yanı sıra, ülkenin doğusunda Şubat 1925’te çıkan Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılması için uğraş veriliyordu.

Türkiye, 5 Haziran 1926’da yaptığı antlaşma ile Musul’u, İngiltere’nin mandasındaki Irak’a bırakmıştır. Her ne kadar Musul Meselesi’nde Türkiye istediğini alamasa da
bu dönemde Türkiye barışçıl politikalarına devam etmiş ve Sovyetler ile dostluk antlaşması imzalamış, İngilizlerle daha sonraki yıllarda iyi ilişkiler içinde bulunulmuş ve
1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye olunmuştur. 1930’lu yıllardaki Alman ve İtalyanların yayılmacı politikalarına karşı Batı ile ilişkilerini artıran Türkiye, 19 Ekim

1939’da İngiltere ve Fransa ile karşılıklı yardım anlaşması imzalamıştır.

Türk-Fransız İlişkileri ve Hatay’ın Anavatana Katılması

Savaş sonrası ortaya çıkan durumu belirleyen ülke olan İngiltere ile gerek Orta Doğu, gerekse Avrupa politikasında anlaşmazlık yaşayan Fransa, başından beri Anadolu’daki hareket ve onun lideri olan Mustafa Kemal ile İngiltere dışında temas yolu aramış ve kurulan bu ilişkiler sonucu, 20 Ekim 1921’de Ankara antlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma sadece Türkiye Suriye sınırını çizmekle kalmamış, aynı zamanda Türk-Fransız ilişkilerini de düzenlemişti. Türkiye ile Fransa arasında sorun olan diğer bir konu ise
Türkiye’deki Fransız misyoner okulları konusudur. Fransa ile Türkiye arasında sorun olan diğer bir konu ise Osmanlı borçları konusudur. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin en fazla borç aldığı ülke Fransa idi ve Lozan Konferansı’nda borçların ödeme şeklinin, borçlu olunan ülke ile Türkiye arasında yapılacak görüşmeler sonucu çözüme kavuşturulmasına karar verilmişti. Nisan 1933’te Paris’te yeni bir borç sözleşmesi imzalanmıştır. Bir diğer sorun ise, Adana-Mersin demiryolunun satın alınmasıyla ilgilidir. Türkiye’nin iktisadi bağımsızlık politikası doğrultusunda 1929’da çıkarılan bir kanunla, Fransız şirketi tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunu satın almak istemiştir. Bunun üzerine
Fransa’yla yaşanan sorun, 1929 Haziran’da yapılan bir anlaşma ile çözüme kavuşmuş ve Adana-Mersin demiryolu Türkiye’ye teslim edilmiştir. 1930’lu yıllarda iki ülke ilişkileri Hatay sorunu etrafında şekillenmiştir. Bu bölge Misak-ı Millî hudutları içinde idi.
Ancak, 20 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara İtilâfnamesi ile İskenderun Sancağı Türklerine özerklik kazandırılmıştı. 9 Eylül 1936’da Fransa ile Suriye arasında
bir Dostluk ve İttifak Antlaşması parafe edildi. 25 yıllık bir süre için yapılan bu antlaşmaya göre Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşacak ve Milletler Cemiyeti üyeliğine aday olacaktı. Eylül 1938’de kurulan Hatay Devleti bir yıl kadar bağımsız kaldıktan sonra, 29 Haziran 1939’da Hatay Meclisi son toplantısını yaparak, oy birliğiyle Anavatan’a katılma kararı alacaktır.

Türk-Yunan İlişkileri
Yunanistan’ın 20. yüzyıl başlarındaki dış politikasının amacını, Anadolu’da Rum nüfusun yaşadığı bölgelerin Yunanistan’a ilhâkı, diğer bir deyişle Megali idea kapsamında Yunanlıların kaybettikleri toprakların elde edilmesi teşkil etmiştir. Yalnız, Yunanlıların Anadolu’da bu amaç için giriştikleri savaş felaketle sonuçlanmış ve Tarihe “Küçük Asya Felaketi” olarak geçmiştir. Bu savaş sonucunda imzalanan barış antlaşmasında bazı meseleler ele alınmıştır;

Nüfus Mübadelesi: Meselelerden başta gelenidir ve Anadolu’da Yaşayan Ortodokslarla
Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar yer değiştirmiştir. İstanbul’da yaşayan Ortodokslar
ve Batı Trakya’da yaşayan Türkler mübadeleden istisna tutulmakla birlikte bu süreçte 1.200.000 Ortodoks ve 500.000 Müslüman zorunlu olarak göç ettirilmiştir.
Etabli Meselesi: Mübadele sürecinde ortaya çıkan etabli meselesi, tarafları bir hayli meşgul etmiştir. İkamet eden anlamına gelen etabli kelimesiyle mübadeleden muaf tutulacak kişilerin 30 Ekim 1918 tarihinden önce İstanbul’a yerleşip yerleşmedikleri ele alınmıştır. Mübadele edilenlerin mallarının müsadere edilmesi de sorun olmuştur. Uzayıp giden tartışmalar sonucunda doğum yeri ve geldiği tarih ne olursa olsun İstanbul Rumları Mübadeleden muaf tutulmuşlardır. Mübadillerin ayrıldıkları ülkelerde bıraktıkları malların mülkiyet hakkı bırakılan ülkeye ait olacaktır.

Patrikhane Meselesi: Bu süreçte Türk-Yunan ilişkilerini geren meselelerden biri de Patrikhane Meselesi’dir. Patrik seçimine ve Patrikhanenin durumuna ilişkin meseleler ele alınmıştır.

Türk-İtalyan İlişkileri
Milli Mücadele yıllarında Anadolu’da işgalci konumda bulunan İtalyanların Anadolu’dan çekilmesi ile başlayan barışçıl ilişkiler Mussolini İtalya’sının yayılmacı politikaları yüzünden sekteye uğramış ve zamanla iki ülkenin karşıt bloklarda yer almasına sebep olmuştur. İtalyan tehditlerine karşılık İngiltere’nin garanti vermesi ve Akdeniz Paktı’nın ortaya çıkması siyasi havanın yeniden yumuşamasını sağladı. Öte yandan statükoyu değiştirmemeyi karşılıklı olarak garanti etmeleri Türkiye’yi büyük ölçüde rahatlattı. Fakat 10-11 Eylül 1937’de İspanyol iç savaşı dolayısıyla artan denizaltı korsanlığına karşı çıkan İtalya’nın isteğine rağmen Türkiye, İngiltere ile birlikte hareket etti ve yönünü Batıya
çevirerek, Batı ile uzlaşma doğrultusunda politikalar geliştirmeye başladı. Türk-İtalyan ilişkilerinin 1923-1938 döneminde diplomasi alanında sorunlar yaşanırken ticari ilişkilerin arttığı da söylenebilir.

Türk-Sovyet İlişkileri
1917 Bolşevik devriminden sonra Rusya’nın savaştan çekilmesi ile düzelme yoluna giren ilişkiler Kurtuluş savaşı yıllarında ve sonrasında Türkiye’ye büyük yararlar sağlamıştır. Yapılan dostluk antlaşmaları ile iki ülke arasında iyi ilişkiler kurulmuş ve bu süreçte Rusya’nın varlığı TBMM için Batı’ya karşı bir denge unsuru oluşturmuştur. 26 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın V. Lenin’e gönderdiği mektubu Türk-Sovyet ilişkilerinin
başlangıcı olarak göstermek makul bir tezdir; bu mektupta iki hükûmet arasında diplomatik ilişkilerin tesisi teklif ediliyor ve Anadolu’daki harekete Sovyetlerin destek vermesi, emperyalist devletlere karşı müşterek bir mücadelenin gerekliliğinin altı çiziliyordu. Böylelikle Türk hükûmetini ilk tanıyan devlet olarak Sovyetlerle
ilişkiler tesis edilmiş, özellikle 1920 Temmuzunda Moskova’da başlayan ve Ağustosta devam eden müzakereler Sovyet Rusya ile yakın ilişkiler kurulmasını beraberinde getirmiştir.

Balkan Devletleriyle İlişkiler ve Balkan Antantı
Balkanlar, Panslavizm ve Pan-Germenizm akımlarının kendilerine nüfuz sahası yaratma çabaları verdikleri tam bir çatışma alanıydı. Özellikle, Rusya’nın tarihî emeli olan
Akdeniz’e inme planı, bölgede Romenlerin, Bulgarların, Sırpların ve Rumların kendi devletlerini kurma ve Osmanlı Devleti’nin Balkanlarla bağını kesme isteklerini gerçekleştirmelerine katkı sağlamıştır. Lozan Barış Antlaşması sonrasında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Yunanistan dışında Balkan ülkeleri ile sorunu kalmamıştır.
Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti’nin Balkan ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme ve Balkan devletleri ile bir pakt kurma fikrini gündeme getirdiğini görüyoruz. Yine bu
bağlamda Türkiye, Arnavutluk (19 Aralık 1923), Bulgaristan (18 Ekim 1925) ve Yugoslavya (28 Ekim 1925) ile Dostluk Antlaşmaları imzalamıştır. Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras “Balkanlar, Balkan halklarına aittir” sözünden hareketle, Balkan Paktı’nın kurulması yönündeki fikrin hayata geçirilmesi için çaba sarf etmiştir. Balkanlarda, özellikle Türk-Yunan anlaşmazlıklarının çözümlenmesinden sonra meydana
gelen yakınlaşma, bölgede bir işbirliği havası doğurmuştur. Ancak, bunun siyasi alana intikal etmesi pek kolay olmamıştır. Arnavutluk ve Bulgaristan’ın mevcut statükoyu değiştirmekten yana olmaları, buna karşılık Türkiye, Yugoslavya ve Yunanistan’ın statüko taraftarı bulunmaları anlaşmayı geciktirmiştir. Bulgarlar Antlaşmaya yanaşmasalar da 1933 yılında Türkiye ile ayrı ayrı olarak, sırasıyla Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya
arasında dostluk ve saldırmazlık antlaşmaları yapılmıştır.

Doğulu Devletlerle İlişkiler ve Sadabat Paktı
Başlangıçta Afganistan ile 1 Mart 1921 tarihinde imzalanan Dostluk Antlaşması, daha sonra 1928 yılında Dostluk ve işbirliği Antlaşması’na dönüşmüştür. İran ile
ilişkiler Millî Mücadele döneminde başlamış, bunu 22 Nisan 1926 tarihli Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ve 5 Kasım 1932 tarihli Dostluk, Güvenlik, Tarafsızlık ve
Ekonomik İşbirliği Antlaşması’nın imzalanması takip etmiştir. 7 Nisan 1937 tarihinde de Türkiye, Mısır ile bir dostluk antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmaları takiben 8
Temmuz 1937’de Tahran’da Sadabat Sarayı’nda Türkiyeİran- Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı adını alan anlaşma imzalandı. 5 yıl süreyle imzalanan bu anlaşmayla
taraflar; Milletler Cemiyeti ve Briand-Kellog Paktına bağlı kalmayı, birbirlerinin içişlerine karışmamayı, ortak sınırlara saygı göstermeyi, birbirlerine karşı herhangi bir saldırıya girişmemeyi taahhüt ediyorlardı.

Türkiye’nin Milletler Cemiyetine Girişi
Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzlemde revizyonist ve anti revizyonist taraflar vardı. Türkiye mevcut düzenin korunmasından yanaydı ve barış blokundaydı. Silahlanma karşıtıydı. Bu sebepler anti revizyonist devletlerin dikkatini çekmiş ve bu sebeplerle
İspanya temsilcisinin girişimi ve Yunan temsilcinin desteği üzerine, üyelerin çoğunluğunun 6 Temmuz 1932’de Genel Kurula sunduğu önergenin oy birliğiyle kabulüyle Türkiye Milletler Cemiyetine girmiştir. Süreç, 18 Temmuz 1932 tarihinde Genel Kurulun oy birliğiyle aldığı kararla tamamlanmıştır.

Montrö Boğazlar Sözleşmesi
Lozan Barış Konferansı’nda, Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili hükümler tartışılırken Türk heyetinin tüm itirazı ve gayretlerine rağmen, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla
çelişkili iki madde sözleşmeye dâhil edilmiştir. Bunlardan ilki, boğazlar trafiğini düzenleyecek ve buradan geçecek vasıtaların denetlenmesi görevlerini üstlenecek Boğazlar Komisyonunun kurulmasıdır. Diğer madde ise Türkiye’nin güvenliği için oldukça önemli olan Boğazlar ve Marmara’nın askerden arındırılması ve
silahsızlandırılmasıdır. Bu maddeler Türkiye’nin iç işlerine müdahale ve güvenliğini ihlal etme anlamına gelmektedir. Türkiye bu iki maddeyi kabul ederken, bunu
“sulhu elde etmek için zaruretle katlandığı bir fedakârlık” olarak dile getirmiştir.
Milletler Cemiyetine üye olan ve Antlaşmanın garantör devletlerinden olan Japonya’nın Mançurya’ya saldırması, saldırgan politikalar benimsemesi ve Cemiyetten
ayrılması, Türkiye’yi endişelerini giderme ve bu amaçla Boğazlardaki silahsızlandırma kaydını kaldırma çabalarına sevk etmiştir. Kasım 1932’de İngiliz hükûmetince
hazırlanan ve Aralık ayında Fransa, Almanya, İtalya, ABD ve İngiltere tarafından kabul edilen ve “herkes için eşit güvenlik sistemi çerçevesinde silahlanma eşitliğini
tanıyan” Mac Donald planının kabul edilmesiyle, Türkiye, Boğazların silahsızlandırılması ile ilgili hükümlerin iptal edilmesini ilk kez ve resmen talep etmiştir. Ancak
Türkiye’nin talebi silahsızlanma konferansı ile doğrudan ilgili görülmediği için kabul edilmemiştir. Yalnız Türkiye’nin çabaları sonlanmamış ve 1933-1936 yılları
arasında Türkiye durumun değiştirilmesi için çalışmaya devam etmiştir. Bu süreçte İtalyanların 12 adadaki tahkimatı İngilizlerin ikna edilmesini kolaylaştırmıştır.
Türkiye ısrarla topraklarının güvenliğini korumak zorunda olduğunu belirtmiştir. Bu gelişmeler ışığında Türk Hükûmeti, İngiliz, Fransız, İtalya, Yunan, Bulgar, Japon, Romen, Sovyet ve Yugoslav Hükûmetlerini Montreux (Montrö)’de yeni bir görüşmeye
davet etmiş ve 10 Nisan 1936’da “rebus sic stantibus” (şartlar değişmiştir) prensibine dayanan bir nota vererek, genel tavrını açıklamıştır. Belli itirazlar yükselse de 20
Temmuz 1936 tarihinde Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır. Aynı gün gece yarısı 30.000 kişilik Türk askeri gücü boğazlar bölgesine girmiştir. 29 madde, dört
ek ve bir protokolden oluşan Montrö Sözleşmesi’nin maddelerinde, boğazların savaş ve barışta nasıl kullanılacağı, boğazdan geçen yük, yolcu, savaş ve ticaret gemilerinin durumları değerlendirilmiştir.