Giriş: Hadisler ve Uygulama
Kur’ân’da herkes tarafından ilk bakışta anlaşılabilecek açıklıkta ayetler ve genel ilkeler bulunduğu gibi, Allah Resûlü (s.a.v.) tarafından açıklanması gereken ve ilim ehli
kimselerin tetkikleriyle ortaya çıkarılması mümkün olan âyet ve prensipleri de içermektedir.Ayrıca, Kur’ân’da, sünnetin anlaşılmasındaki önemini ortaya koyan pek çok
âyet bulunmaktadır. Fakat, Kur’ân ve Sünnetin aralarındaki birlikteliği ortaya koyan sadece ayetler değildir aynı zamanda hadislerde de bu hususa önemli bir yer verilmiştir.
Sözlükte, takip edilen yol ve davranış tarzı anlamına gelen sünnet; hadis âlimlerinin ıstılahında, risâlet öncesi dönem de dâhil olmak üzere Hz. Peygamber’in (s.a.v.) söz, fiil ve
davranışları ile yaratılış ve ahlâkî özelliklerini ifade etmektedir. Sünnete ilişkin farklı tanımlar olmasına rağmen, tüm tanımların ortak noktası sünnetin mutlak olarak, başka bir ifadeyle herhangi bir sınırlamaya gitmeksizin kullanıldığında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) söz, fiil ve takrirleri yerine kullanılması ve takip edilen bir yol, usûl vasfını taşımasıdır.
Hadis kaynaklarında sünnet, sadece Hz. Peygamber’in hayatından çıkarılan ana ilkeler değil, aynı zamanda günlük hayatındaki hal ve davranışları için de
kullanılmaktadır. Hz. Peygamber örnekliği yanında onun yetiştirdiği ilk nesil olan sahâbîler ve onların talebesi olan tâbiûn nesli de sünneti bir yaşayış biçimi ve hâl olarak algılamış ve hayatlarına tatbik etmişlerdir. Bu amaçla, sahâbe, Allah Resûlü’nün sünnetinin muhafaza edilip sonraki nesillere ulaşmasında ilk halka olması itibariyle en
önemli görevi üstlenmiş, hadisleri ezberleyerek, yazarak ve uygulayarak muhafaza etmişlerdir. Özellikle, birçoğunun, fetihlerle birlikte temelleri atılmış büyük
şehirlere giderek, ilim halkaları kurmaları, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetinin Arap yarımadasının dışına da yayılmasını, bu suretle sünnetin İslâm dünyasının kültür birliğinin teminatı hâline gelmesini sağlamıştır.
Bilgi Kaynağı Olarak Sünnet
Sahâbenin söz konusu yolculukları, hadislerin İslâm coğrafyasının muhtelif kısımlarına ulaşması ve bu bölgelerde ilim geleneklerinin teşekkülü açısından hayatîbir rol oynamıştır. Hadis uğruna yapılan yolculuklar, meydana getirdikleri çok önemli neticelerin ötesinde, sünnetin mahiyetine dair birtakım ipuçları da içermektedir.
Zira söz konusu yolculuklar hadis ve sünnetin öğrenilen ve öğretilen, peşine düşülen, uğruna büyük fedakârlıklarda bulunulmaya değer bir kaynak olduğunu göstermiştir.
Ashâbın sünneti öğrenme ve öğretme noktasındaki çabasıın arkasında yatan sebeplerden birisi de muhtemelen Hz. Peygamber’in “Allah, benden bir hadisi işitip de onu
ezberleyerek başkasına aktaran kimsenin yüzünü ak etsin. Çünkü nice ilim sahibi, onu kendisinden daha anlayışlı kişiye nakleder ve nice ilim sahibi dinde ince anlayış sahibi değildir” (Tirmizî, İlim 7, hadis no: 2868; Ebû Dâvûd, İlim 10, hadis no: 3662) hadisindeki ifade buyurduğu, işittiği bir bilgiyi ferâset ve anlayış sahibi kişilere nakledenlere yönelik müjdesine mazhar olma arzusudur.
Bir dini yaşamak mevzu bahis olduğunda yeni Müslüman olmuş bir topluluk dahi, hidayet yollarını gösterecek bir kişiye muhtaç olduklarının farkındadırlar. Esasen sünnet Câhiliye döneminden itibaren Arapların zihninde mevcut bir kategoridir. Bu sebeple sünnetin hüccet oluşu gibi bir problem ilk neslin ve hatta müteakip neslin zihninde
mevcut değildir. Bilâkis hadis kaynakları, sahâbenin hadis öğrenme arzusu delilleriyle ispat eden çok sayıda sahîh hadis içermekte, yaşça küçük ashâbın dahi aynı hassasiyete sahip olduğunu göstermektedir. Ashâb-ı kirâmın gençlerinin söz konusu hassasiyeti, hadislerin naklinde çok önemli rol oynamış, Hz. Peygamber’e çeşitli vesilelerle yakınlıkları, sünnet bilgilerini artırmış, onun vefatından sonra uzun yıllar yaşamaları ve çok sayıda öğrenci yetiştirmeleri nedeniyle hadislerin büyük bir yekûnu kendileri vasıtasıyla nakledilmiştir. Bir davranışın sünnet diye nitelendirilmesi, onun fıkhî
sonuçları terettüp etmesi anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber’in günlük hayatında sürekli olmamakla birlikte sık sık yaptığı fiilleri takip, bir fazilet kabul edilmiştir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken, sünneti terkin şefaatten mahrum olmaya sebep kabul edilmesi nedeniyle, Hz. Peygamber’in günlük yaşamındaki tercihlerini takip etmeyen Müslümanların eğer bunu bir nevi hafife alma, küçümseme amacıyla yapmıyorlarsa ki
bu bir mü’min için düşünülemez sünneti terk etmekle itham edilemeyecekleri, başka bir ifadeyle bir dinî neticenin terettüp etmediğidir.
Varoluş Kaynağı Olarak Sünnet
İslâm’ın öngördüğü şekliyle mü’min olmak Kur’ân-ı Kerîm ve Nebevî sünnet ile var oluşsal bir ilişki içerisinde olmayı zorunlu kılmaktadır. Bir başka deyişle, bir bütün
olarak Kur’ân’ı baş tâcı etmek mü’minliğimizin devamının bir ön şartı olduğu gibi, ilk ortaya koyuculuğunu Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı Nebevî sünnet de mü’minliğimizin vazgeçilmez bir ön şartıdır. Bu sebeple, bu iki kaynağı kabul etmeden bir
kişinin Müslümanlığından söz edilemez. Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnetten temel ilkeler tespit etmek ve sosyal hayatı bu ilkelere dayalı olarak düzenlemek, dönüştürmek ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmak iddiasıyla ileri sürülen arayışlar ilk bakışta çare gibi gözükse de Nebevî uygulamanın sürdürülmesi açısından bir kopmayı ifade eder. Nitekim, sünnet üzere yaşayan sahâbe defin sırasında kabirlerine de sünnet üzere konulmayı talep etmiş, vefat eden kardeşlerini Hz. Peygamber’den öğrendikleri gibi “Allah’ın adıyla ve Allah Resûlü’nün -sallallâhü aleyhi vesellem- sünneti üzere” diyerek, ondan öğrendikleri gibi kabrin ayakucundan indirmişlerdir (Ebû Dâvûd, “Cenâiz”, 69, hadis no: 3215).
Hadis kaynaklarında yer verilen rivâyetler, ashâbın sünneti, başka herkesin -bu kişi bir diğer sahâbî veya devlet adamı dahi olsa- sözü ve uygulaması karşısında tercih ettiğini göstermektedir. Yöneticiler karşısında dahi bildiği şekliyle sünneti uygulamaktan vazgeçmemenin bir örneğini Hz. Ali, Hz. Osmân’ın halîfeliği döneminde
hacc-ı temettu ve hacc-ı kırâna izin vermemesi kendisine sorulunca “Biz kimsenin sözüne dayanarak, Peygamber’in (s.a.v.) sözünü bırakacak değiliz” diyerek sergilemiştir
(Buhâri, Hac 34, hadis no: 1563; Nesâî, Menâsikü’l-hacc 49, 2735; 56 Ahmed b. Hanbel, cilt III, s. 157, hadis no: 1151).
Görüldüğü üzere, hadis kaynaklarında büyük bir yer tutan konu ile ilgili rivâyetler sahâbenin tamamının sünnete ittibâın gerekliliği konusunda icmâ ettiğini göstermektedir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber’in ümmeti üzerindeki etkisi ve sünnetinin ferd ve toplumu inşa edici özelliği fark edilmediği, diğer bir deyişle Hz. Peygamber ve sahâbe arasındaki irtibatın mahiyeti iyice kavranmadığı takdirde
tevâtür kavramını anlamak da mümkün olmayacaktır. Nitekim söz konusu irtibatı fark edemeyen/etmeyen müsteşrikler, Hz. Peygamber’in sünneti ile toplumun sünnetini birbirinden tefrîk etme hatasına düştükleri için sünnet teriminin Hz. Peygamber’den başkaları için veya ümmetin geneli için kullanıldığı durumları izah etmekte
güçlük çekmişler, buna bağlı olarak da İslâm hukukunun gelişimi konusunda Müslümanlardan tamamen farklı neticelere ulaşmışlardır.
Uygulama: Sünnet Bir Hayat Tarzıdır
İslâm’ın istediği bir mü’min olmanın manası, sadece bireysel yönüyle sınırlı kalmayıp, bir cemiyet oluşturma boyutunu da ihata edecek şekilde geniştir. Nitekim söz
konusu kelimenin geçtiği âyet-i kerîmeler incelendiğinde, bir kısmının gerçek anlamda inanmayanların yaşantı biçimine, bir kısım âyetlerin de Allah Teâlâ’nın gösterdiği
yola koyulanların hayat tarzına işaret ettiği anlaşılır. Ancak her iki tür âyette de yaşantı biçimlerinin bir cemiyet hâlinde sürdürüldüğü dikkat çekmektedir.
Allah Resûlü’nün etrafında halkalanmış ilk kutlu nesil olan sahâbe-i kirâm bilgi edinmekle bu bilgiyi uygulamak arasında hiçbir ayırım gözetmemiştir. Bu hususa dair pek
çok delil, onların Allah Teâlâ’nın çizdiği istikâmet yolunun (hedy) ancak bir cemiyet içerisinde ve öğrenme, anlama, taşıma ve sürdürme sürecinin eş zamanlı
algılanmasıyla mümkün kılınacağı kanaatinde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sebeple, Kur’ân ve Sünnet arasındaki ilişki ortaya konulurken mutlaka ilk dönem
uygulamaların dikkate alınması gerekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok âyette uyulması emredilen ‘hedy/doğru yol’in onun aynı zamanda beyân sorumluluğu da
kendisine yüklenmiş Allah Resûlü tarafından açıklanmamış olması mümkün değildir. Eğer bu sorumluluğunu yerine getirmeseydi ‘tebliğ sorumluluğunu’ yerine getirmemiş olurdu ki böyle bir şey imkânsızdır (elMâide 5/67).
Hadise Dair Açıklamalar
Hadîs-i şerîf güzelce abdest alıp, namaz kılmak için yola çıkan kişinin her adımı için bir sevap alacağı ve derecesinin yükseleceği müjdesini vermekte, ayrıca bu
ameli nedeniyle işlemiş olduğu günahların silineceğini de bildirmektedir. Bu tür bilgiler ancak vahiyle bilinebileceği için ashâbın bu nev’i açıklamaları, hadis usûlü ilmine göre
hükmen merfû kabul edilmiştir. Dolayısıyla, sahâbe açıkça ifade etmese dahi, söz konusu bilgilerin kaynağı Resûlullâh’tır.
Hadiste geçen sünnet kelimeleri bir arada düşünüldüğünde, sünen-i hüdâ ile Hz. Peygamber’in sünneti, diğer bir deyişle Yüce Allah’ın teşrîi ve Hz. Peygamber’in sünneti arasındaki irtibat ortaya çıkmaktadır. Zira cemaatle namaz kılmanın Yüce Allah
tarafından kural ve kanun olarak emir buyurulduğu bildirilirken aynı zamanda cemaate devam etmeme de Hz. Peygamber’in sünnetini terk olarak nitelendirilmektedir ki
bu durumda sünnetin vücûb ifade edebileceği, en azından hadisin sahâbî râvisi ve Hanefî fıkıh geleneğinin kendisine dayandığı Abdullâh b. Mes‘ûd’un (r.a.) zihninde böyle bir
tasavvur olduğu görülmektedir. Ebû Dâvûd rivâyetinde geçen “Şayet hepiniz toptan evlerinde namazını kılsa Peygamberinizin sünnetini terk etmiş olurdunuz” ifadeleri
buna delil teşkil eder.
Hadisten Öğrendiklerimiz
• Sünnete ittibâ edilmelidir. Sünnetin terki kişiyi dalâlete düşmeye götürür ve yavaş yavaş dinden uzaklaşmasına sebebiyet verir.
• Yüce Allah’ın teşrîi ve Resûlullâh’ın (s.a.v.) sünneti arasında kopmaz bir bağ/rabıta mevcuttur.
• Cemaate devam etme, hem Yüce Allah’ın emri hem de Resûllâh’ın sünneti ile hidayet yolu olarak beyan edilmiştir. Hastalık hâlinde dahi cemaate devam konusunda hassasiyet göstermek gerekmektedir.
• Cemaati terk eden kişiye münâfık ithâmında bulunulmamakla birlikte, cemaati terk münafıkların özelikleri arasındadır.
• Sevaplar günahlara kefaret olur, yapılan güzel davranışların karşılığında kişinin Yüce Allah’ın katındaki derecesi yükselir.
• İslâm toplumunu şekillendiren sünnetlerin birer birer terki, zaman içinde sünnetinin tümümün terkine kapı aralayabilir. Dolayısıyla, hangi sebeple olursa olsun hiçbir sünneti önemsiz görüp terk etmemek gerekir.
• Sünnet kaynağı vahiy olan, Allah Resûlü tarafından şekillendirilmiş davranış modeli demek olup, ilk nesil mü’minler bu davranış modelini topyekûnnsürdürme konusunda ciddi emek sarf etmişlerdir.