İctihad, nasların lafız, mâna ve bilinçli boşluklarında var olan şer‘î-amelî hükümleri ortaya çıkarmaya yönelik beşerî çabayı ifade eder ve bu işlevi itibariyle aklı temsil eder. İctihad her halükarda naslar üzerinden yürütülen bir faaliyet olmakla birlikte esas itibariyle insan aklının ve birikiminin devreye girdiği beşeri bir faaliyettir. “Şahsî akıl yürütme” anlamında re’y ictihadının devreye girmesiyle birlikte fıkhın rasyonel prensipleri oluşmaya başlamış, fıkıhta sistemleştirme dönemine geçilmiş ve İslam hukunun sistemleştirilmesi ve uygulanması büyük ölçüde bu ictihad faaliyetinin sonucunda gerçekleşmiştir.
İctihadın Meşruiyetinin Temellendirilmesi: Büyük ölçüde Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’in öncülük ettiği ve geniş anlamıyla istihsân ve ıstıslâhın da dahil olduğu re’y ictihadını İmam Şâfiî daraltarak ictihad faaliyetini kıyasa eşitlemiş, Dâvûd ez-Zâhirî de
istihsân ve ıstıslâh yanında kıyasa da karşı çıkarak re’y alanını tamamen kapatmış ve bütün ictihad faaliyetini kendi terminolojisindeki özel anlamıyla “istidlâl”e indirgemiştir. Hükümlerin belirlenmesinde beşer aklına hemen hiç yer vermeyen Zahirîler, özellikle İbn Hazm ise dinin tamamlanmış olduğunu, dolayısıyla Hz. Peygamberin teşrîî yetkisinin devam ettirilmesine ihtiyaç bulunmadığını ve kıyasın Allah’ın emirlerine ilâvede bulunmak anlamına geleceğini iddia etmiş, Kimileri kıyasın meşruiyetini aklın delâletiyle, kimileri de Kitab, Sünnet ve icmâ gibi şer‘î delillerle ispat etmeye çalışmışlardır.
İctihad, genel anlamda yeni bir şey ortaya koyma gücüne sahip olmayan ve mevcut nasları “beyan”dan öte bir anlam taşımayan bir yöntemdir.
Sözlükte çaba göstermek, bütün gücünü harcamak anlamındaki cehd kökünden türeyen ictihâdın, usulcüler tarafından yapılmış birçok tanımı vardır. Yaygın
tanımlardan birine göre ictihad, “bir şer‘î hüküm hakkında bir kanaate (zan) ulaşabilmek için bütün gücün harcanması” demektir. Bu çabayı gösteren kimseye müctehid, hakkında ictihad edilen konuya da müctehedün fîh (ictihadi mesele) denilir.
Tarihsel tecrübedeki ictihad faaliyetini tasvir eden en işlevsel bölümleme ictihadın “kurucu ictihad” ve “mezhep içi ictihad” olmak üzere iki kısımda değerlendirilmesidir
Ebu Hanîfe, Mâlik ve Şâfiî gibi ekol kurucu müçtehitlerin kendi zamanlarına kadarki bütün birikimi eleyip seçerek bütünlüklü, kendi içinde tutarlı bir yapının (mezhep/ekol) kurulmasıyla sonuçlanan ictihaddır. Mezhep içi ictihad ise
ekolleşme sürecinin sonucunda her bir ekol mensubu fakihin kendi ekol sistematiği içerisinde yaptığı ictihaddır. Mezhep içi ictihadın önü kapatılmamış, daima açık tutulmuştur. Zaten ekol sistematiği içerisinde ictihad etmenin engellenmesi, sistemin
kendi kendini inkar ve imha etmesi, yok oluşa mahkum etmesi anlamına gelir.
Çoğu Şâfiî ve Hanbeli usulcünün katıldığı anlayışa göre mukayyed, müntesib müctehit kapsamında yer alan müctehitler ise şu şekilde sıralanır
1. Hüküm ve delilde mezhep imamını taklid etmeyip sadece ictihad ve fetvâ hususunda onun metodunu izleyen ve onun mezhebine davet eden müctehid. Bunlar, mutlak müntesip müctehid olarak da anılır.
2. İmamının usulünü ve kurallarını aşmaksızın müstakil olarak delili takrir edebilen, tahrîc ve istinbata muktedir olan müctehid. Bu tabakada yer alan müctehidlere ashâbü’l-vücûh denir.
3. Vücûh sahiplerinin seviyesine ulaşamamış, bununla birlikte fakîhü’n-nefs olan, imamın mezhebine vâkıf, delilleri tanıyan, delilleri ortaya koyup destekleyebilen müctehid.
4. Mezhebi öğrenip nakletmek ve anlamakla meşgul olan kişi. Bu durumda olan kişilerin nakline ve nakle dayanarak verdikleri fetvâya itimat edilir.
Hanefîler tarafından “tabakâtü’l–fukahâ” başlığı altında yapılan ilk ve bilinen tek derecelendirme mutlak müctehid, mezhepte müctehid, mesâilde müctehid, ashâbü’t-tahrîc, ashâbü’t-tercîh, ashâbü’t-temyîz ve mukallid şeklindedir.
faaliyetinin mahiyetini daha iyi anlamaya yardımcı olacak diğer bir ayırım da ictihadın şer‘î ictihad ve örfî ictihad şeklinde ikiye ayrılmasıdır.
yanında belli bir alanda uygulama imkânı bulan ve şer‘î ictihaddan bazı yönleriyle ayrı olan bir ictihad faaliyeti daha vardır. Diğer ictihaddan ayrılması için buna örfî ictihad denilmektedir. Örfî ictihad, şer’î hükümlerce doğrudan düzenlenmeyen ve daha çok cevaz alanı diye nitelendirilen alanda, aklın gereklerine göre hüküm verme anlamına gelir.
Gerekli şartları kendinde toplayarak şer‘î hükümleri çıkarma melekesini elde eden kişiye müctehid denir. İctihad ehliyetinin, yani müçtehit olmanın en temel şartı şer‘î hükümlerin kaynaklarını çok iyi bilmektir. Kaynakları salt bilmek yetmez, ayrıca ictihad melekesine sahip olmak da gereklidir. Üçüncü bir şart, adalet sahibi olmaktır.
1.Kur’an Bilgisi: Gazzâlî gibi muhakkik usulcülerin çoğunluğu, Kitab’ın tamamını bilmenin şart olmayıp şer‘î hükümlere ilişkin ayetleri (500 civarında) bilmenin yeterli olduğu görüşündedir.
2.Sünnet Bilgisi: Gazzâlî, müctehidin elinin altında Ebû Dâvûd’un veya Beyhakî’nin es-Sünen’i gibi ahkâm hadislerini toplayan temel bir hadis kitabının bulunmasını yeterli görmüş, İbn Dakîku’l-îd ve Nevevî gibi sonraki bazı usulcüler ise buna katılmamıştır.
Usulcülerin müctehitte aradığı Sünnet bilgisi metin ve sened olarak hadisin bilinmesini kapsar. Özellikle Hanefîlere göre hadisin ulaşma yolunu yani mütevâtir, meşhur veya haber-i vâhid mi olduğunu, ayrıca râvilerin hallerini bilmek de sened bilgisi kapsamındadır.
3.İcmâ Bilgisi: Aykırı ictihatta bulunmamak için müctehidin nasları bilmesi gerekli olduğu gibi aynı gerekçeyle icmâ konularını bilmesi de şart koşulmuştur.
4.Arapça Bilgisi: Mâlikî usulcü Şâtıbi, Arapça bilgisinin sadece lafızlarla ilgili konularda şart olduğunu, anlamlara ilişkin konularda ise Şâri’in temel maksatlarını iyi kavramış olmanın yeterli olacağını söylemektedir.
5.Yöntem Bilgisi; Müctehidin bu kaynaklardan hüküm elde etme yöntemini bilmesi şattır. Naslardan hüküm çıkarmanın en yaygın kabul gören yöntemi, kıyas olduğu için kıyasın şartlarını, hükümlerini, kısımlarını, makbul ve merdud olanını bilmek
sahih ictihad yapabilmenin şartı sayılmıştır.
İctihadî Konu (İctihadın Alanı): Hakkında kesin delil bulunmadığı için ictihada açık olan ve hükmü ictihad yoluyla beyan edilen mesele, literatürde müctehedün fîh veya ictihâdî mesele diye adlandırılır.
Dinî Yükümlülük Açısından: İctihad, bir olayın şer‘î hükmünü belirleme çabası olduğu için dinî mükellefiyet açısından farz-ı kifâye olarak görülür.
Günah Açısından: Dinin katî delille sabit konularında ictihadın câiz görülmediği; bu alanda ictihad yapan kimsenin yerine göre kâfir, bid‘atçı veya günahkâr olacağı; ehliyetsiz ictihad etmenin günah olduğu ilke olarak benimsenmiştir. Aklın incelemesine tabi olan nazarî konular (nazariyyât), kendi içinde önce kat’î konular (kat’iyyât) ve zannî konular (zanniyyât) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Kat’î konular, kendi içerisinde kelâmî, usûlî ve fıkhî olmak üzere üç kısımdır:
İctihadda hatanın söz konusu olup olmayacağı konusunda başlıca iki görüş vardır.
Birincisine göre, bir konuda ictihad eden ve farklı sonuçlara ulaşan müçtehitlerden sadece birisi doğruyu tutturmuş, diğerleri hata etmiştir. Bu gorüşü savunanlar muhattıe adını alır.
İkinci görüşe göre ise bu müçtehitlerin her biri doğruyu tutturmuştur. Bu görüşü savunanlara ise musavvibe denilir.
Literatürde teaddüdü’l-hukuk (doğruların çokluğu) tabiriyle ifade edilir. Bir tür hukukî rölativizm sayılabilecek olan doğruların çokluğu görüşünü savunanlar katışıksız musavvibe olarak nitelendirilir.
İctihadın Nakzedilmesi Açısından: İctihadın nakzı, önceki bir ictihadın hükmünün geçersiz sayılması anlamına gelir.
Müctehidin Başkasını Taklidi: Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, bir âlimin sadece ken- disinden daha âlim gördüğü birini taklid edebileceğini, fakat kendine denk veya kendinden daha aşağı birini taklid edemeyeceğini söyler. Usulcülerin çoğunluğu
ise aksi görüştedir.
İstiftâ ve Müsteftî: Sözlük anlamı “fetvâ isteyen kişi” demek olan müsteftî terimi, karşılaştığı olayın dinî-hukukî hükmünü öğrenmek amacıyla ictihad ehliyetine sahip ve dinî duyarlılığı olan müftîye başvuran kişiyi deyimlemektedir. İsitftâ (fetvâ sorma) uygulamasının meşruluğunu temellendirmek için “Bilmiyorsanız bilenlere sorun” (Enbiya 21/7) ayetine atıf yapılmakla beraber asıl belirleyici olan sahabe uygulamasıdır.
Hicrî III. (miladi IX.) yüzyılın ortalarından sonra kurucu ictihad faaliyetinden mezhep içi ictihad faaliyetine geçilmiştir. Bu husus literatürde “ictihad kapısının kapanması” tabiriyle ifade edilir.
İbn Hazm’ın tesbitine göre yaklaşık II.(VIII.) yüzyılın ortalarında başlayan taklid III. (IX.) yüzyılın başından itibaren yaygınlaşmış ve mezhep imamları taklid edilmeye başlanmıştır. Bu tesbite katılan İbnu’l-Kayyim de aynı dönemlerden itibaren bir
müctehidin peşinden giderek onun fetvâlarını Şâri‘in nasları yerine koyma ve hatta onları nasların önüne alma ve taklidle yetinme âdetinin ortaya çıktığını söyler.
Akıl yürütme (re’y) faaliyetinin Şâfiî tarafından dizginlenerek yerine kıyasın ikame edilmesi, Bağdat Mutezilesinden bir grubun öncülük ettiği, Şîa ve Zâhirîler tarafından da takip edilen re’y karşıtı bir eğilimin ortaya çıkması ve icmâ teorisinin yerleşmesi, ictihad kapısının kapanması sürecinde önemli etkilere sahip olmuştur.
Fazlurrahman, ictihadın uygulamada inkâr edilmesinin, görünürde aşırı derecede güç olan niteliklerin değil, İslâm ümmetinin birliğini ve dayanışmasını sağlamak için ortaya konulmuş muhtemel yasal yapıya süreklilik verme arzusunun bir sonucu olduğu görüşündedir. İctihad kapısının kapandığı görüşüne katılmayan çağdaş araştırmacılardan Vâil b. Hallâk da (Wael b. Hallaq)
Hanbelîler dışındaki âlimler müctehidsiz bir asrın bulunmasını genelde mümkün görürler. Yaklaşık VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren yeniden mutlak ictihad ihtiyacı müslüman âlimlerin gündemine girmiş ve bu yönde bir söylem oluşmaya başlamıştır. İzzeddin İbn Abdüsselâm, Takıyyüddin İbn Teymiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye ve Takıyyüddin es-
Sübkî bu söylemin başta gelen mimarlarındandır.
XIX. yüzyılda Muhammed Abduh gibi yenilikçiler, İslâm’ın öz itibariyle modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek kapasite ve potansiyele sahip olduğunu, İslâm dünyasının içinde bulunduğu geri kalmışlığın sebeplerinin başında ictihad kapısının kapatılması ve taklidin yaygınlaşması olduğunu ileri sürerek yeniden ictihad çağrısı yapmışlardır.
Muhammed İkbal mutlak anlamıyla ictihadı İslâm düşüncesinde hareket ve tecdidin mihveri olarak görür. İslâm düşüncesi İkbal’e göre güçlü tecdid potansiyelini İbn Teymiyye’nin şahsında göstermiştir. Meydanı ehliyetsiz kimselere bırakmamak gayesini de taşıyan kolektif ictihad söylemi ise özgüven eksikliği hissini açığa vurması yanında ictihadın mahiyetine aykırıdır ve açılmaya çalışılan ictihad kapısını yeniden kapatma potansiyelini içinde taşımaktadır.